Türkiye, bir göç kavşağının merkezindedir ve sürekli filli akışların mekânıdır. Bakanlık verilerine göre kayıtlı olsun ya da olmasın ‘düzensiz göçmen’, ‘sığınmacılar’ Türkiye’nin artık her şehrinde vardır.

Sınırlar, göçmenler, kentler

Sosyolojik bakımdan bugünkü şehirleri tanımlayan en önemli özelliklerden birisi, büyük bir davetsiz misafir kitlesine ev sahipliği yapıyor olmalarıdır. Dünyadaki şehirlerin çoğunu, başka ülkelerden iş, aş ve özgürlük umuduyla kaçan kitleler sarmış durumda. Şehirlerde, alt gelir gruplarının yaşadıkları mahalle çeperlerinde, gündelik işlerde, amele pazarlarında artık büyük ölçüde bu davetsiz misafirler bulunuyor. En ağır işlerde çalışmak ve en yoksul mekânlarda yaşamak için nöbet sırası onlarda. Önemli bir nüfusu oluşturan bu kitle kaçak göçmenler, düzensiz göçmenler, ‘sığınmacılar’ gibi sosyal kategorilerle tanımlanıyor. Ülkeler arasında bu çapta kitlesel geçişler karşısında, modern dünyanın korunaklı sınırları ‘zayıf’ kalıyor.

Sığınmacı, mülteci ya da benzeri kavramlar, modern dünyada tekil bir durumu ifade etmek için kullanılırdı. Çünkü bu olgu imparatorlukların ulus devletlere bölündüğü ve vatandaşlık statüsü ile bireylerin yaşama/yerleşme sınırlarının yeniden çizildiği zamanların tekil ve hatta istisnai halleri olarak öngörülmüştü. Tel örgüler, mayınlar, duvarlar, akan nehirler ile sınırları ayrılmış ulus devletler dünyasında, siyasi otoritenin kontrolü altında kurulan bu düzenin kalıcı olacağı varsayılıyordu. Bu sınırlara erişimle ilgili bütün takdir hakkı da ulus devletlere bırakılmıştı. Bu durum adeta herkesin bir devleti olması veya bir devletin koruması altında olması gerektiği yönündeki düşünceyi meşrulaştıran bir toplumsal algıyı inşa ediyordu. Bireyler, bu uluslararası sistemde, bir bakıma ‘devlete zimmetleniyordu’.

Söz konusu sürece ilişkin devletlerin yaptıkları yasal düzenlemeler de aynı varsayımın izlerini taşıyordu. Devletlerarası sınırları geçebilmiş olanların, gittikleri yerlerde nasıl karşılanacakları, kabul veya reddedilecekleri, sisteme hangi araçlarla dahil edilebileceklerini vb. içeren bir hukuk inşa edilmişti. Bu hukuk, uzun bir süre çatı örgütü olarak Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında ulus devletlerin kılavuzu oldu. Bu bağlamda sığınmacıların/mültecilerin çalışma, barınma, sağlık, eğitim, hareket özgürlüğü gibi haklarının uluslararası koruma altında olması öngörülmüş ve buna uygun bazı mekanizmalar da oluşturulmuştu.

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 14. maddesinde; herkesin zulüm karşısında başka ülkelere sığınma ve bu ülkelerce sığınmacı işlemi görme hakkı vardır cümlesiyle başlayan bu hukukun önemli özelliği geçici bir dönem için inşa edilmiş olmasıydı. Nitekim 1950 yılında Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (The United Nations Refugee Agency) kurulduğunda mülteci sorununun üç yılda çözüleceği düşünülüyordu. Gerçekten de başlangıçta ulusal sınırları aşarak başka ülkelere kaçış hali yaygın bir durum değildi.

BİREYSEL İLTİCADAN KİTLESEL SIĞINMACILIĞA

Ne var ki modern dünyayı oluşturan ulus devletlerin büyük çoğunluğu vatandaşlarına ekonomik ve sosyal refah sunabilecek durumda değillerdi. Bu durum, vatandaşların bir bölümünü başka coğrafyalara sürüklenmeye zorluyordu. Öte yandan ulus devletlerin vatandaşlarının bir bölümü kimliksel ve kültürel nedenlerle gerçekte ‘sınırda vatandaşlar’dı. Yani formel olarak vatandaş olmalarına karşın pratikte türlü dışlama biçimleriyle karşılaşabiliyorlardı. Bu nedenle sınırda yurttaşlık iktisadi, kültürel, kimliksel nedenlerle, zimmetlendiği devletin tam koruması altında olamamak anlamına geliyordu. Dolayısıyla bu kesimlerin de güçlü bir bağ kuramadığı kendi yurdundan kopma ihtimali her zaman vardı ve buna uygun pratiklere tanıklık edilebiliyordu. Sonuç olarak, başlangıçta geçici bir süre çalışacak şekilde kurulan Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin görevi 1954’te beş yıl daha uzatıldı. Sonra bir beş yıl daha devam etti ve bu böyle sürüp gitti.

Süreç böyle devam edince sığınmacılar ve mültecilerle ilgili yeni uluslararası mutabakatlar üretildi. Strasbourg’da 20 Nisan 1959’da kabul edilen, mülteciler için vizelerin kaldırılmasına dair Avrupa Sözleşmesi, 29 Haziran 1967’de kabul edilmiş olan Takibat Tehlikesine Maruz Kalan Kişilere Sığınma Hakkı tanınmasına dair tavsiye kararı, 18 Kasım 1967’de kabul edilen ülkeye Sığınma Hakkında Bildiri ve yine Strasbourg’da 16 Ekim 1980’de kabul edilen Mülteciler İçin Sorumluluğun Transferine Dair Avrupa Sözleşmesi gibi AB Konseyi çatısı altında süreç içerisinde bir dizi karar alındı. Zira Avrupa, iktisadi gelişmişliği ve görece daha iyi bir özgürlük alanı olması nedeniyle sığınmacılığın en fazla muhatap olduğu coğrafya idi. Ancak yine de süreç, modern dünyanın öngördüğü gibi ilerlemedi. 1950’li yıllarda başlayan ve genellikle bireysel düzlemde yaşanılan mültecilik deneyimleri yerini iyi ihtimalle birbirinden ayrı gibi görünen ama aslında ardıl şekilde birbirini takip eden binlerce “bireysel” deneyimin birleştiği bir kitlesellik kazandı. O kadar ki Birleşmiş Milletler’e bağlı Ekonomik ve Sosyal İşler Organizasyonu (DESA), yayımladığı rapora göre, dünyadaki mülteci ve göçmen sayısının artışı, genel nüfus artışının bile önüne geçerek, 2019’da 272 milyon kişiye ulaştı. Dolayısıyla etkileri de, “çözüm” arayışları da çeşitlendi ve kalıcı gündem oldu.

Bu sorun-gerilim aslında uluslara göre dizayn edilmiş dünyanın derin bir sarsıntı geçirdiğine de işaret ediyor. Sosyolog Zygmunt Bauman’ın belirttiği gibi ‘şeref kürsüsü’nde ulus devletin oturduğu ve her şeyin bir düzen içerisinde işlediği zamanlardan düzenin yitimi ya da yeni dünya düzensizliği olarak nitelenebilecek bir döneme geçmiş bulunuyoruz. Sınırlar artık korunaklı işlevini yitirmeye başlamış; her yerde sığınmacı kitleleri görmek olağanlaşmıştır.

AŞINAN ULUSAL SINIRLARDA GÖÇMEN HAREKETLİLİĞİ

Göçmen hareketliliğinin bugünkü seviyesi küresel dünyanın yeni niteliği hakkında da çarpıcı bilgiler veriyor. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği verilerine göre, dünyada 65,6 milyon yerinden edilmiş insan vardır ve bunlardan sadece 22,5 milyonu mülteci statüsüne sahiptir. 10 milyon kişi herhangi bir ülke vatandaşlığına sahip olmadıkları için eğitim, sağlık ve seyahat etme gibi temel haklardan mahrumdurlar. Başka bir ülkenin sınırlarına giden zorunlu göç mağdurlarının sayısı ise 32 milyondur ve bunların sadece 1,6 milyonu sığınma amacıyla başvurabilmiştir. Uluslararası hukuk 30 milyon insandan sadece yaklaşık yüzde 3,3’ünün sorunlarına çözüm bulabilme imkanına sahiptir. Diğerlerine dair bir öngörü bile yoktur.

Bu durum 1950’de kurulan Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin sürekli büyüyen bir örgüt olmasına yol açmıştır. O kadar ki bugün 7,7 milyon dolar bütçesi ile 116 ülkede 9,9 milyon mültecinin ve 12,8 milyon ülke içinde yerinden edilmiş insanın dâhil olduğu 32,9 milyon kişiyle ilgilenen bir kuruma dönüştü.

Bu sürecin en çarpıcı boyutlarından birisi de binlerce göçmenin, göç yollarında hayatlarını kaybetmesidir. Uluslararası Göç Örgütü’nün verilerine göre sadece Akdeniz’den Yunanistan’a geçmeye çalışırken 2014 yılında 3 bin 166 kişi, 2015 yılında 3 bin 794 kişi, 2016 yılında 4 bin 329 kişi, 2017 yılında 3 bin 3 kişi, 2018 yılında 2 bin 117 kişi, 2019 yılında bin 336 kişi hayatını kaybetmiştir. Başka bir deyişle süreç aynı zamanda faillerin görünmez kaldığı tam bir göçmen kırımı gibidir.

TÜRKİYE ŞEHİRLERİNİN SIĞINMACI PROFİLİ

Sayılar, elbette sosyolojik manzarayı anlamak için kuvvetli araçlardır ama gündelik toplumsal hayatın ayrıntılarını anlatmakta kifayetsiz kalabilirler. Bugün dünyanın büyük bir bölümünde insanlar ekonomik, kimliksel ve kültürel sebeplerle ve devletler eliyle yerlerinden ediliyor. Göç yollarında hayatlarını kaybediyor ve ulaşabildiği şehirlerin çeperlerinde tutunmaya çalışıyorlar. Türkiye, bu sürecin adeta kavşağında olan bir ülke. Hem modern dünyaya dair bir örnek olduğu için hem de bulunduğu fiziki ve toplumsal coğrafya itibarıyla. Bilhassa bu ikinci nedene bağlı olarak Türkiye sığınmacı akınına uğramış ve düzensiz, transit göç ülkesi olarak öne çıkmıştır. O kadar ki ilgili kurumların verilerine göre dünyada yaklaşık 15 milyon mülteci/sığınmacının yarısı, Türkiye’nin güney ve doğu sınırlarına uzanan Ortadoğu ve Kuzey Afrika’dan çıkmıştır. Bu durumun sonucu olarak ülkenin hemen her kentinde çevre ülkelerden gelen çeşitli nüfus gruplarıyla karşılaşmak adeta olağan hale gelmiştir.

Birleşmiş Milletler’e bağlı Ekonomik ve Sosyal İşler Organizasyonunun (DESA) raporuna göre Türkiye’deki mülteci ve göçmenlerin toplam sayısı 2019 yılında 5 milyon 678 bin 800 kişiye ulaşmıştır. Bunların yaklaşık dört milyonu Suriyelidir. Oysa 1923-2011 yılları arasında yani 88 yılda bu sayı 2 milyon dolayında kalmıştı. Üstelik bunlar tespit edilebilen sayılar. Tespit edilememiş yani kayıt dışı göçmen/sığınmacı sayısını anlamak ise oldukça müşkül bir iş gibi. Yine de sadece İçişleri Bakanlığı verilerine bakmak bile bu alanda nasıl bir nüfus hareketliliği olduğunu anlamaya yetebilir. Bu verilere göre 2019’da 373 bin 468 düzensiz göçmen yakalanmış ve son üç yılda 93 bin 123 Afgan, 13 bin 549 Pakistan ve diğer ülke vatandaşı 65 bin 295 kişi olmak üzere toplam 171 bin 967 kişi ülkelerine geri gönderilmiştir. Yine bakanlık verilerine göre kayıtlı olsun ya da olmasın ‘düzensiz göçmen’, ‘sığınmacı’ bu kitleler Türkiye’nin artık her şehrinde vardır.

Kısaca Türkiye, bir göç kavşağının merkezindedir ve sürekli filli akışların mekânıdır. İbrahim Soysüren’in çalışmalarında gayet detaylı olarak açıklandığı gibi Türkiye, bu süreçte göçmen akınından daha az etkilenmek amacıyla 2001’de Yunanistan, 2003’te Kırgızistan, 2004’de Romanya, 2005’te Ukrayna, 2010’da Pakistan, 2012’de Rusya, 2012’te Moldova, aynı yıl Bosna-Hersek, 2015’te Kosova ve 2016’de Norveç ile çeşitli anlaşmalar yapmıştır. Bu ikili anlaşmaların yanısıra AB ile çeşitli anlaşmalar yapılmış; mutabakatlar imzalanmıştır. Ancak yine de düzensiz göçmenlerin ve sığınmacıların gelişi ve şehirlerin bir anlamda birer göçmen deposuna dönmesi süreci değişmemiştir.

Sonuç olarak, bütün bu sürecin üç önemli anlamı olduğunu söylemek mümkündür.

Birincisi, küresel dünya, modern ulus devletlerin kurduğu politik tahayyülün çok ötesinde bir sosyolojik duruma tanıklık ediyor. Bu yeni sosyolojik durumun en önemli görünümlerinden birisi ülkeler arası geçişin çoğalması ve çeşitlenmesidir. Devletlerin ikili ve çoklu anlaşmaları bu süreci radikal bir biçimde engelleyemez gibi görünüyor. Bunun da en büyük nedeni sınırları aşma eylemlerinde devletlerin de artık birer aktör olarak yer almış olmalarıdır. Hatta sınır ötesine geçme girişimlerinde formel ve enformel mekanizmaların ilginç şekilde içiçe geçtiğini gözlemlemek bile mümkün.

İkincisi, bu hızlı akış Avrupa başta olmak üzere dünyanın pek çok şehrini enformel emeğin daha fazla tedavüle girdiği mekanlar haline getirmektedir. Bu yolla sömürünün belki de en vahşi pratikleri için uygun bir toplumsal ortam inşa olunmaktadır.

Üçüncüsü, bu durum bilhassa ‘milliyetçi’ eğilimlerin beslediği yabancı düşmanlığı için elverişli bir ortamı geliştirmektedir. Nitekim bazı akademik çalışmalarda tespit edildiği gibi Avrupa’da da yabancı ile birlikte yaşama konusunda mesafeli bir eğilim gelişmiştir. Başka bir deyişle sadece politikacılar ve devletler için değil, toplumsal kesimler için de “yabancı” ile birlikte yaşamak fikrinden köklü ayrılmalar izlenebilmektedir. Bu durum Türkiye için de geçerlidir. Bundan on yıl önce bile Türkiye’de yaşayanların yüzde 30’u “yabancı işçi/göçmenleri” komşu olarak istememekteydi ve bu oranla Türkiye 57 ülke arasında 23. sırada yer alıyordu. Bugün daha da kötü olduğunu söylemek için sebep çok. Şehirlerin sokaklarında, kenarlarında ya da merkezlerinde daha çok ‘yabancı’ görüldüğünde, bu eğilimler ne yazık ki daha da gelişebilir.

Bugün Türkiye’de dahil pek çok ülkede anayasalar ve temel yasal metinler mülteci, sığınmacı ve kısaca göçmenlere dair temel hakları tespit etmiş olsa da bambaşka mecralarda yansıyan pratikler, ‘milliyetçi’ refleksler ve yabancıya mesafeli toplumsal eğilimler giderek daha belirgin hale gelen bir toplumsal manzara oluşturmaktadır. Dolayısıyla bu mesele kentsel, ulusal ve küresel ölçekte bir gerilim olarak önümüzdeki dönemde devam edecek görünmektedir.