Sınırlarla kuşatılmış bir dünyada, sınırları konuşmak, sınırların çizdiklerini takip etmek ve sınırları sorgulamak farklı düşünmenin yollarını da açabilir. Yeni kıvılcımlar çakabilir, yeni kavramların ve kavramsallaştırmaların tohumunu ekebilir.

Sınırların çizdikleri

UMUT YÜKSEL

Sınırlarla kuşatılmış bir dünyada, sınırları konuşmak, sınırların çizdiklerini takip etmek ve sınırları sorgulamak, farklı düşünmenin yollarını da açabilir. Yeni kıvılcımlar çakabilir, yeni kavramların ve kavramsallaştırmaların tohumunu ekebilir.

Günümüz dünyasına bir adım geri çekilip baktığımızda sınırlarla çevrili olduğumuzu görürüz. Bu sınırlar, politik ya da ekonomik sınırlar olabileceği gibi, aynı zamanda diğerleriyle ilişki içinde, toplumsal olarak saçaklanıp ilerleyen eviçi sınırlar, çalışma yaşamının sınırları, disiplinler arası sınırlar gibi uzayıp giden bir listede farklı biçimler de alabilirler. ‘Görünen’ ve ‘görünmeyen’ olarak da ayrılan bu sınırlar, aynı şekilde çağrılsalar da farklı biçimler çizerler. Bu farklı biçimleri takip ederek sınırların çizdiklerini görmek ya da fark etmek mümkündür. Bugün içinde yaşadığımız kapitalizm, pandemi, savaş, göç, iklim krizi gibi konuları da eklersek, sınırlar üzerine farklı bakış açılarının geliştiğini bu dosya kapsamında da görebiliriz.

SINIR

Sınır, ilk anlamıyla iki yeri (ülkeler, kentler vb) birbirinden ayıran çizgilerdir. Yine bu tanımı gereği sınır, bir bitişi, diğer bir deyişle, bir limiti/sonu belirler. Aynı zamanda yalnızca bir bitişi değil, bir başlangıcı da belirtir. Elbette sınır kelimesinin geniş kullanımına baktığımızda, tanımları yalnız bunlarla sınırlı değildir ve daha karmaşık bir ilişkiler bütününe karşılık gelir. Onu nasıl tanımladığımıza ve bir kavram olarak nasıl ele aldığımıza göre, gördüklerimiz de değiştirecektir.

Örneğin, coğrafyacı Stuart Elden, Türkçede 'sınır' kelimesiyle karşılanabilecek ve İngilizcede de anlamları arasında katı sınırlar olmayan bazı kavramların (border, boundary vb.) üzerine benzer şekilde kafa yorar.[i] Fransızca ve Latince gibi diğer dillerde de bağlantılı kelimeleri ve taşıdıkları anlamları sorgular.

Aynı zamanda sosyal bilim disiplinlerine göre bu kavramların farklı şekillerde ele alındığının altını çizer. Yine, Elden'ın vurguladığı bakış açılarından biri, sınırı iki boyutlu olarak değil, üç boyutlu olarak ele almaktır (tüneller, hava sahası gibi). Böylece dikey boyutun, bir güç boyutu olarak görülebileceğini söyler.[ii] Biraz daha açarsak, aynı zamanda, topraksal bölgenin (territory) yalın bir biçimde sınırlarla çizilmediğini, daha dinamik ve çok katmanlı bir yapısı olduğunu savunur. Bu kavramı, bir eserinde Batı politik düşüncesinde felsefe, politik teori ve edebiyatı da dahil ettiği bir çerçevede ele alırken; bir diğerinde, Shakespeare’in Kral Lear, Hamlet, Macbeth gibi örneklendirilebilecek eserleriyle inceler.[iii] Politik teori ve coğrafya kesişiminden gelen bu değerli ve ilginç katkılar, edebiyatın da sosyal bilimlere açık olan yerini belirtmesi açısından önem taşır.

EDEBİYATIN ÇİZDİKLERİ

Anna Seghers tarafından 1942 yılında yazılan, otobiyografik öğeler de taşıyan ‘Transit’ romanı; sınırlar, göç, sürgün, mültecilik, faşizm gibi konuları bütün açıklığıyla ele alır. Roman, Nazilerin Fransa’yı işgali ve ardından baş karakter Seidler’in ‘‘yabancı diye yarı tutsak, yarı asker’’ sayıldığı çalışma kampından kaçışı ile başlar. Seghers’in soluk verdiği anlatıcı, tesadüfler ve yanlış anlaşılmalar sonucu Wiedel adında intihar eden bir yazarın bavuluyla birlikte hayatını da taşır. Seidler, Wiedel olmuştur. Paris’in ardından Marsilya’ya doğru “olağan bir hayat sürdürebilen insanlar” arasından yola koyulur. “Mülteci dolu kamyonların sınırsız geçtiğini” ve “Avrupa’nın sonu olan” Marsilya’dan denizlere dökülüp buradan uzaklaşmak isteyenleri görürüz. Kafkaesk bir biçimde kuşatılmıştır buradaki insanların hayatları: çıkış vizesi, giriş vizesi, transit vizesi, liman damgası… Marsilya, buraya sel gibi akan insan kalabalığının, yine sel gibi denizlere karışıp gitmek istediği, sel altında kalmış bir dünyanın kent düşümü oluverir. Romanda Seidler’in ağzından duyduğumuz ‘‘Nuh’un gemisi’’ benzetmesi, tam da böyle bir yerde belirir. Varılacak yerin ve rotanın muğlaklaştığı yerde hem sınırlar silikleşmiş hem de bir türlü gidemeyişle sınırlar daralmış, keskinleşmiştir. Üstelik gitmeyenler için kalmak da mümkün değildir. Peter Conrad, Transit’in İngilizce baskısına yazdığı önsözde, sözde ‘‘geçirgen sınırları’’ çevreleyen bürokratik gözetleme ve güvenlik mekanizmalarını imler. Bugün pandemiyle birlikte yaşadığımız dünyada, sınırların bu sözde geçirgenliği de gerçeklikten uzak bir tanımlamadır. Conrad, devamında, Transit kitabının Anna Seghers’in 1942’den bize bir ‘uyarısı’ ve artık bugünün ‘normali’ olduğunu söyler. Aslında bir yandan, Seghers, ‘Transit’ romanıyla -ömrünü de buna karşı mücadeleyle geçirdiği- faşizmin sınırlarını çizer. Ingeborg Bachmann, Malina romanının yayımlanmasından iki yıl sonra, 1973 tarihli bir söyleşisinde şöyle der: “Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz, her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar.” Devamında, romanının üçüncü bölümünde Malina’nın ağzından da söylediği gibi, şöyle devam eder: “Savaş ve barış yoktur. Savaş vardır. Hepimiz savaşız.” Bu cümleler, mutlak bir karamsarlığın dışavurumu değildir. Malina romanıyla Bachmann’a yöneltilmiş katı bir bireysellik niteliği de taşımaz. Toplumsal olana dairdir ve zaten toplumsallık da bu ilişkilerle inşa edilir. Öyleyse, sınırları ve sınırlarla birlikte düşündüğümüz alanları, kavramları, olayları ve durumları bu ilişkilerden bağımsız düşünmek mümkün müdür?

SINIRLARDAN KONUŞMAK

Sınırlarla kuşatılmış bir dünyada, sınırları konuşmak, sınırların çizdiklerini takip etmek ve sınırları sorgulamak farklı düşünmenin yollarını da açabilir. Yeni kıvılcımlar çakabilir, yeni kavramların ve kavramsallaştırmaların tohumunu ekebilir. O halde, taşıdığı bütün anlamlarıyla, Ingeborg Bachmann’ın ‘Bir ülke, bir nehir ve göller üzerine’’ şiirinin şu dizelerini anabiliriz: ‘‘Oysa bizim istediğimiz sınırlardan konuşmak, tek tek her sözcükten bir sınır geçse bile…’

[i] A Moving Border: Alpine Cartographies of Climate Change kitabı içinde ‘’The Instability of Terrain’’ çalışması.

[ii] 2015’te verdiği açık derste, Foucault’ya referansla, Foucault: Space, Knowledge and Power kitabı.

[iii] Birincisi: The Birth of Territory Antik Yunan'dan Roma İmparatorluğu'na, Orta Çağ'dan 17.yy ve Erken Modern Çağ’a uzanan bir çizgide, Batı politik düşüncesinde bu kavramın ortaya çıkışını ve izlerini sürer. İkincisi, Shakespearean Territories kitabı.