Hannah Arendt, “Kötülüğün Sıradanlığı: Eichmann Kudüs’te” (1964) adlı kitabında, bir yandan yahudi nüfusun kitleler halinde yok

Hannah Arendt, “Kötülüğün Sıradanlığı: Eichmann Kudüs’te” (1964) adlı kitabında, bir yandan yahudi nüfusun kitleler halinde yok edilmesini amaçlayan ve ‘Nihai Çözüm’ diye bilinen projenin başındaki Nazi subayı Adolf Eichmann’ın İsrail’de yargılanışının hikayesini anlatırken, bir yandan da geleneksel kötülük anlayışını temelinden sarsacak bir tespitte bulunur.
Arendt, bu kitabında tektanrılı dinlerin savunduğu ‘mutlak kötülük’ kavramına karşı çıkar. Ona göre Eichmann, o dönemde Nazilerin genellikle resmedildiği gibi, canavar ruhlu bir adam ya da kontrol edilemez güdülerinin kurbanı olmuş bir cani değildir. ‘Mobilize Ölüm Birlikleri’ni kurup iki milyona yakın yahudiyi gaz odalarına yollarken şeytani bir itkiyle davranmamıştır. Tam tersine, bir çok insan gibi, emirlere itaat eden, sürüden ayrılma cesaretini gösteremeyen ve çevresindekilerden onay görmek isteyen biridir o. İktidar sahibi olanlar tarafından kendisine ‘normal’ diye sunulanı sorgulamamış ve üzerine düşen görevi layıkıyla yerine getirmeye çalışmıştır. Sonuç korkunçtur elbette. Bir insanlık suçu işlenmiştir. Ama Arendt’e göre, bu suçun faili milyonda bir rastlanan bir psikopat falan değil, sıradan ve bayağı biridir. Kötülüğü de kendisi gibi bayağıdır.
Arendt’in gözünde, Eichmann’ın o dönemde yahudilerin, sosyalistlerin ya da sakat çocukların katledilmesine göz yuman herhangi bir Alman vatandaşından pek farkı yoktur. Hepsi aynı saikle hareket etmiş ve ‘normalleştirilip’ önlerine konan kötülüğü fazlaca düşünmeden hayatlarının bir parçası haline getirmişlerdir. Toplu katliamların rastlanmadığı bir toplumda yaşasalardı bu suçlara katılmayı akıllarından geçirmeyecek olsalar bile, bunun ‘doğal’ bir davranış haline geldiği bir yaşam biçimine kolayca uyum sağlamışlardır.
Onun için Arendt’e göre, yahudilere yapılan şeyin aslında sadece yahudilerle ilgisi yoktur, ‘sıradan kötülük’ her an hedef değiştirebilir ve herhangi birimize yönelebilir.
Öyleyse olan hep aynı şeydir: Naziler nasıl bir ırkı yok etmenin ‘kabul edilebilir’ bir şey olduğuna inanabilmişlerse, korumasız iki kız çocuğuna aylar boyunca sistemli bir şekilde tecavüz etmek bir grup erkeğin, buna göz yummak da bir kentin standart davranışı haline gelebilir.
Siirt’te yaşananlardan haberi olmayan kalmamıştır herhalde. İki ilköğretim öğrencisinin, bir seneyi aşkın bir süredir onlarca erkek tarafından tecavüze uğradıklarının ortaya çıkmasıyla patlayan bu haber, bu aileden başka çocukların da cinsel tacize maruz kaldığı farkedilince iyice dallanıp budaklandı. Olaya adı karışan 100 erkeğin arasında okulun müdür yardımcısı, kızların sınıf arkadaşları, Siirt’in tanınmış ailelerine mensup esnaf, hacı dedeler, bir asker ve bir polis var.
Olay zaten yeterince berbat. Ama daha da korkuncu, haberin yayılmasından hemen sonra, Siirtlilerin neredeyse tekvücut halinde hareket ederek bu olayı örtbas etmeye çalışmaları oldu. Savcılık ve emniyet uzunca bir süre “gizli soruşturma” gerekçesiyle bilgi vermemeyi tercih etti. Bu çocukların iki yıldır çok sayıda erkeğin cinsel istismarına maruz kaldığı herkesin bildiği bir şeyken, kimse bu konuda konuşmak istemiyordu. Hürriyet’ten Gülden Aydın’ın haberine göre, şehrin sakinleri, hatta parti il başkanları, bildiklerini anlattıktan sonra “Beni görmedin, seninle hiç konuşmadık” demeyi ihmal etmiyordu. Onlara göre Siirt’in adı kötüye çıkmamalıydı. Bu olay duyulmasa iyi olurdu.
Öyle görünüyor ki, Siirt halkı sıradan kötülüğe topyekün teslim olmuştur. Bu açıdan, o savunmasız çocukların yüzüne bakarak ‘Ellere var da, bana yok mu?’ diye tempo tutan erkekler sürüsüyle, bunu bilip de susanlar arasında hiç bir fark yoktur. Suça ortak olan herkes gibi onlar da ‘ben yapmasam bir başkası yapacaktı’ diye düşünürler, ‘zaten herkes böyle yapıyor’ diye düşünürler, ‘bir enayi ben miyim?’ diye düşünürler.
Halbuki kötülüğün sıradanlaştırılmasına direnebilir insan. Bunun yolu, bireysel sorumluluk almaktan ve kendi başına davranabilme cesaretini göstermekten geçer. Sessiz kalarak bir katile ya da tecavüzcüye dönüşmemek için, kendini savunamayacak olanları hedef alan şiddete ‘Hayır!’ demek gerekir.
Siirtliler şehirlerinin ismine leke sürülmesin istiyorlarmış. Bilsinler ki, insanın adı da sureti de ancak böyle temizlenir.