Derme çatma balıkçı barınağına ince / tiz pat patlarla girdi. Doğruca dipteki boşluğa yanaştı. Sol yanağı çizik kırmızı mavi sandaldan karaya atladı ve elindeki yıpranmış halatı paslı halkaya bağladı. Ağrıyan belini tutu, omuzlarını arkaya doğru berkitti. Göğe çevrilmiş yüzünü ince yağmur damlaları jilet gibi kesince hemen kapüşonunu başına geçirdi ve ağır adımlarla, kıyıya dizilmiş ahhsız, vahhsız gün batırmayan evlere doğru yöneldi. Eğri damlı büğrü evlerden birinin kapısını aralayıp girdi.

Kapanan kapıyla birlikte sıçrayarak sıyrıldı düş aleminden. İçeriye büyük bir gürültüyle giren Dümenci Holi ve Kasap Hüseyin’e okkalı bir eşşoğlusu çekti. Oysa ne kadar mutluydu kısa pantolonlu düşleriyle şu cam dibinde. Camın buğusunu elinin tersiyle silip uzun uzun baktı dışarıya. Su birikintisindeki ışıklara baktı, denize düşen titrek ışıklara gitti yine aklı. Zaten deniz hiç aklından çıkmıyordu ki. Ancak ne çare, ayrı düşmüştü işte. Bu ayrılık Şiktan’ın cızırtılı radyosundan kahveye dağılan şarkıya da pek denk düşüyordu;

Bahçelerde taş attım vişneye

Kimseler sevdiğinden ayrı düşmeye..

“Rahmetli anacığım ne severdi bu türküyü” diyerek ona bakan Mori Hasan’ı yeni fark ediyordu. Hasan gözlerinin içine içine bakıp;

“Çok derinlere daldın be Hocam, uyan artık hele! Bir çay söylesem içer misin?

“İçelim be Hasan, içelim de laflayalım biraz, yoksa uyanacağım yok benim bugün.”

Onlar Şiktan’a çayları söylerken beleş çayın kokusunu alan Dümenci, Kasap Hüseyin’i de kolunda sürükleye sürükleye masaya çoktan rampa etmişti bile.

Altına çektiği iki sandalyeye işkence edip duran Dümenci’nin bir gözü de yan masada televizyon izlemekte olan Hacı’da idi. Televizyonda Papa’nın ziyareti haberine dalmış olan Hacı’ya seslendi;

“Hacı sorsana bakalım Papa’ya, İsa çarmıha gerilmeyi önleyememiş de çarmıhtan uçmayı nasıl becermiş?”

Hacı gününde değildi. Dönüp öyle ters ters baktı ki Dümenci anında yelkenleri mayna ediverdi de döndü masaya. Cenap Hoca’nın inmiş yüzüne bakıp;

“Yorgun görünüyorsun Hocam, hayırdır?”

“Hayat yoruyor insanı be oğlum. Bir de şu yaşananlar; dediğim dedik hödükler, erki elinde toplayan hırsızlar, onlara biat etmekte yarışan çakma sanatçılar ve daha neler neler. Hal böyle olunca da gölgesi bile yük oluyor insana...”

Kasap Hüseyin çayından bir yudum alıp, “Ne yapmak istiyor bu teresler Hocam?”

“Ne mi yapmak istiyorlar? Elbette bizleri sindirmek, yalnızlaştırmak. Üzerimize üzerimize gelerek bizleri yeraltına itmek, toplumdan soyutlamak istiyorlar.”

Mori Hasan Şiktan’a el edip çayları tazelemesini istedi ve arkasından bodozlama lafa girdi;

“Peki, ne yapmak gerekir Hocam, geri mi çekileceğiz yani?”

“İki seçenek var önümüzde, ya geri çekileceğiz ya da her bir parçamız bir araya gelip kitlesel bir güç, bir direniş cephesi öreceğiz. Bu günlerde sağda solda toplantıları yapılan, Haziran Hareketi gibi oluşumları ete kemiğe büründürmekten başka yol yok bence.”

“Peki bir rüzgar var mı bu hareketin ardında ?”

“Rüzgâr dediğin ne ki Hasan, mumu söndüren de ateşi körükleyen de aynı rüzgâr değil mi? Kendi amacına uygun rüzgârı yaratmaktır asıl olan. Hem ne demiş eski denizciler, rüzgâr yoksa küreklere yüklen! Anlayacağın bu iş emek işidir, çalışmak gerek...”

Cenap Hoca noktayı koyar koymaz Dümenci, “İşte bu!..” diye o kocaman elini şahmeran gibi masaya öyle bir indirdi ki kahvenin uzak köşesini aylardır mekân tutmuş yaşlı örümcek korkudan sallanan ağlarının en dibine attı kendini. Dümenci hızını alamayıp gürledi;

“Sırçınar Meclisi üyesi olarak ilk eylemi ben yapacağım, sileceğim diktatörün gelmişini geçmişini, kalacak boşluğu ile ortalık yerde.”

Hacı “Dellendi yine dombili” deyip ne olur ne olmaz bakarsın benden başlar düşüncesiyle sapından fırlamış keser hızıyla terk etti kahveyi, ardında bir meclis dolusu kahkahayı da bırakarak…