Ahmet Turhan Altıner bu sefer ilk romanı ile karşımızda: “Sıriga’nın Üç Günü”. ‘Sıriga’, boyu epeyce uzun olan gencecik kahramanımıza memleketi Tavşanlı’da takılan bir lakap. ‘Sırık Ağa’nın kısaltılmışı.

Sıriga’nın Üç Günü ve…!

Milliyet’teki bir köşe yazısının başlığıyla Yorgun Herakles argın ‘Bürokrates’ Ahmet Turhan Altıner, ilk romanıyla okur karşısında. Aslında mevcut bir okur kitlesi var. ODTÜ mezunu bir mimar olan 1945 Bursa doğumlu Altıner, bazen mesleğine (daha doğrusu, mesleklerine) paralel giden, bazen de zekâsını sergileyen, bildiklerini paylaşan, yol gösteren veya keyif veren kitaplar yazdı.

Ahmet Turhan Altıner yazın hayatına, Ernst Neufert’in mimarların temel başvuru eseri olan “Yapı Tasarım Bilgisi”ni Türkçe’ye kazandırarak başladı. 1993’te Mimar Zafer Akay’la birlikte “Herkes İçin Kent Mimarlığı”nı yazdı. Kitabın resimleri Akay, karikatürleri de bir başka mimara, Tan Oral’a ait. Altıner 1998’de de özenli bir çalışmanın ürünü olan “Konak Kitabı”nı yayımladı. Yaşama Sanatı ve testuslara buradan geçeceğiz ama önce yukarıda ‘meslekler’ derken ne kastettiğimizi de açıklayalım.

Altıner, 1999 depreminin ardından MAY Projesi adlı, gönüllülerden oluşan ve tabandan başlayan Mahalle Afet Yönetimi Projesi’ni kurdu. 2003’te İTÜ’de Acil Durum ve Afet Yönetimi uzmanlığını kazandıktan sonra da bu konuda üniversitelerde ders vermeye başladı. Kitabı “OKAP Okullarda Afete Hazırlık El Kitabı” ise 2008’de yayımlandı.

Böylece geliyoruz Yaşama Sanatı meselesine… Yaşama Sanatı, yani daha güzel yaşamanın inceliklerini öğrenmek, hayata anlam kazandırmak, yaşamayı sanatla birleştirmek. Onun yaşama sanatı macerası, Türkiye’nin en eski mimarlık yayını Arkitekt dergisini 1991’de canlandırmasıyla ve Arkitekt Yaşama Sanatı olarak yayımlamasıyla başlar. O sırada Nokta dergisinde (daha çok, Ne Nerede? ekinde) çalışıyordum ve bir arkadaşımın eşi olmasına rağmen, Ahmet’i esas orada tanıdım diyebilirim. Onun yaşama heyecanına, çalışkanlığına, bilip inandıklarını aktarma tutkusuna orada tanık oldum. Gençlerle anlaşmasına, tabir caizse ‘interaktif’ bir ilişki sürdürmesine, bildiğini öğretirken öğrenmeye açık olmasına da.

1993’ten itibaren Yaşama Sanatı dergisini kendi adına çıkardı ve üniversitelerde bu konuda ders verdi. “Yaşama Sanatı” kitabı 2009 başında Boyut Yayınları’ndan çıktı.

Belki daha önce Altıner’le dergilerde, kitaplarda karşılaşmamışsınızdır diye uzun uzun anlattım. Çünkü kendisi bu sefer ilk romanı ile karşımızda: “Sıriga’nın Üç Günü”. ‘Sıriga’, boyu epeyce uzun olan gencecik kahramanımıza memleketi Tavşanlı’da takılan bir lakap. ‘Sırık Ağa’nın kısaltılmışı. On yedi yaşındaki Bozkurt’la, babası ile Kütahya’ya giderken tanışıyoruz. Hedef İstanbul ama Tavşanlı’dan İstanbul’a doğruda tren seferi yok. Bozkurt ille tren diye tutturunca saçları ağarmış, tarih öğretmeni babası Hikmet Bey onu Kütahya istasyonuna götürüp yolcu ediyor. Şişli’de oturan amcası Cemal’in yanına gidecek. Üniversite sınavını kazanmış ama “ille de” ressam olmak istiyor. Babası onu vazgeçirmeye çalışsa da oğlan keçi gibi inatçı. Bir yandan da üç yıldır ağzını bıçak açmayan babası onunla konuştuğu için şaşırıyor. Hikmet Bey ise, pek de istekli görünmeyen oğluna doğumgünü hediyesi olarak bir pul albümü veriyor.

Ancak, Haydarpaşa’da Bozkurt’u karşılaması gereken Cemal amca ortalarda yok. Trende de ona musallat olan korku yeniden bastırıyor. Acaba dili sahiden küçülüyor mu? Bir yandan da amcasını nasıl bulacağını düşünüyor. Gerçi adresi var ama Bozkurt sonuçta İstanbul’u bilmeyen bir taşralı. Boyu çabuk uzadığı için pantalon paçaları kısa, ceketi kolları kısacık. Üstelik ayağında loafer da yok. Taşralı olduğunu anlayacaklar diye aklı çıkıyor. Biz onunla şehri, şehrin insanını tanırken, Altıner de kıvrak dilinden örnekler sunuyor.

Merakı korkusunu bastıran Bozkurt, Tavşanlı’ya dönmeyip amcasını bulmaya karar veriyor. Yola devam… Ve İstanbul’da ilk sabahında Şişli’yi iyice bir gözden geçirip Özal baharının eserlerini görüyor: Papatya Görgü Okulu, Roket Bakkal, Jonglör Manav, Balkondaki Kemancı, Gezginci Dans Kursu, Dolukopter, Meydandaki Zambaklar. Bir hayal ülkesi düpedüz. Derken Türkçü ağabeyin Marksist sendikacı kardeşi, amcası Cemal’i polisin götürdüğünü öğreniyor. Tanıştığı hırslı genç gazeteci Zeynep, onun duvar yazısı yazdığından kuşkulandıklarını söylüyor. Duvarda da ‘Sıriga’ yazmaz mı? Gel çık işin içinden. Zaten Zeynep de Bozkurt’un daha önce âşık olduğu Ayda’ya benziyor tıpkı. Neyse ki Cemal, evinin giriş katındaki Mannik hanım ile sağı solu belli olmayan kardeşi Bedros’a anahtarı bırakmış. Mannik hanım konuğu çok iyi karşılıyor.

Bozkurt, iki kuruş parasını atariye kaptırınca, pul albümünü satmaya kalkıyor. Postanedeki Ülker hanım da yardımcı oluyor. Ama ne yazık ki değerli bir pul sandıkları şey, başarılı bir resim çıkıyor. İstasyonda bir kadın kucağındaki bebeği bir askere veriyor. Bebeğin dudağında koca bir ben var. Tıpkı Bozkurt’un babası gibi.

Böylece “Sıriga’nın Üç Günü”nün kapağındaki cümleye gelip kavuşuyoruz: “Türkçü Tarih Öğretmeni Ermeni Olduğunu Öğrenirse…” Tavşanlı’nın medar-ı iftiharı, Türkçülük hakkındaki konuşmalarıyla herkesi kendine hayran bırakan Hikmet Bey gibi ağzı mı kilitlenir? Oğluyla bile konuşmaz olup onun meraklı, heveskâr kalbini mi kırar? Peki, gerçekle acımasızca karşı karşıya gelince ne yapar?

Cemal amca kırk sekiz saat sonra bitkin halde dönüyor. Salıvermişler. Bozkurt hemen dertlerini sıralıyor. Babası yok, annesi hastanede, onun yanında kalmış. Refakatçi bulamamışlar. Uyumaya çalışan amcasına bütün hikâyesini anlatıyor. Israrla sorular soruyor. Meraklı ya, ille de öğrenecek. Sonunda o da uyuyor. Uyanınca da karşısında heyula gibi babasını görüyor. Mannik hanım annesinin bir askere verdiği kardeşi Arşak’a kavuşma sevinciyle güzel bir masa hazırlamış. Polis hepsini bu sefer de sokakta toplantı yapmaktan şubeye çekiyor.

Bozkurt on yedi yaşında. Tezcanlı, fazla meraklı, ama her şeye açık. Irka, ayrımcılığa aldırmıyor. İnsanlarla şehirli taşralı demeden dostluk kuruyor. Bilmediği her şeyi öğrenmek istiyor. Arada bir içinizden ona bir tokat atmak gelirse, elinizi hafif tutalım. Çünkü Sıriga, bu kitabın da, o günün ve bu günün de umudu.

Bu arada, Testus’ları elbette unutmuyoruz. Ahmet Turhan Altuner, Nokta dergisi, Hürriyet ve Milliyet gazetelerinde yirmi bir yıl arayla bu “test”leri, siyaset ve mizah dolu yazıcıkları yazdı.

1998’de Hürriyet’teki köşe yazısı “Testus dairus”ta şöyle diyor: “Dikkat!!! Testus bir imtihan biçimi değildir... İmtihan fikriyle ve özellikle 'çoktan seçmeli test' denen sınav biçimiyle 'gırgır' geçmeyi amaçlamaktadır... Testus'taki şıklardan biri mutlaka doğru yanıttır ve doğru olanı genellikle şıkların en komiğidir... Yanıtlar her Testus 'un altında, göz ucundadır...

“Ezcümle, en iyi imtihan testustan beterdir...”

Sıriga Testus’ları görse bayılır, cevaplarını alacağım diye amcası Cemal’in başının etini yerdi.