Şirin’im daha ilk karşılaşmamızda beni eğitmeye başlamış ve bir kitap listesi hazırlamıştı. O zamanlar ilk kitabımı neden bilmem, Cesare Pavese’den almıştım; ‘’Yoldaş’’

Şirin Cemgil

Füsun Erbulak

Belki de üstüste iki erkek evlat kaybetmiş olmanın travmasıyla, Sinan Cemgil, Nurhak Dağları'nda katledildiğinde sınırsız bir acı ciğerime saplanmıştı. Başar Sabuncu ile vapurda karşılaştım. O her zaman iyi bir yönetmen ve dingin bir sosyalist olmuştur. Nasıl acı çektiğimi, abartılı bir biçimde aktardığımda bana aşağı yukarı şunları söylemişti:

‘’Ağlak bir burjuva gibi davranacağına işe yara. Bu gençlerin ana-babaları, eşleri, çocukları var.’’

Sinan Cemgil’in ailesi, eşi Şirin ve minik oğlu Taylan’ın oturdukları evin adresini nasıl bulduğumuzu gerçekten hatırlamıyorum. Ayşegül Devrim ve Fatoş Tez ile birlikte gittik oraya. Kapıyı siyah saçlı, tombulca bir kadın açtı. ‘’Hoş geldiniz ben Şirin’’ dedi. Bu sırada minik bir oğlan çocuğu ‘’Beni cukağına al’’ deyip kucağına tırmand, Taylan Cemgil.Derken Nazife teyze ve Adnan amcayla el sıkışıtık. Felsefe ve edebiyat öğretmeniydiler. Oğullarının Nurhak Dağları'ndaki cesedini teslim almak için uçakta zar zor yer bulmuşlar, Şirin veTaylan İstanbul’da kalmışlardı.

Şirin’im daha ilk karşılaşmamızda beni eğitmeye başlamış ve bir kitap listesi hazırlamıştı. O zamanlar ilk kitabımı neden bilmem, Cesare Pavese’den almıştım; ‘’Yoldaş’’. Daha sonra Fransız edebiyatı ve Kafka beni kuşattı. Hiç teorik kitap okumuşluğum yoktu. Şirin önce romanlar önerdi. Çimento/ Ve Çeliğe Su Verildi/ Öfke/ Felsefenin Başlangıç ve Temel İlkeleri/ Türlerin Kökeni... Yepyeni bir bakış açısı kazanmış ve sol yayınlarını devirmeye başlamıştım. TSİP’e üye olduğumda, Kocamustafapaşa’da da bir yer kiralandı, sevgili Hasan Zengin bize orayı bedava verdi. Gece toplantılarında okudugumuz kitapları özetliyor, kimi bölümlerini okuyorduk. Ben çeviriler yapıyordum. Çok mutluydum...

Şirin’e sık sık uğruyordum. Kimi zaman minik Taylan’a üstbaş, oyuncak götürüyor, kimi zaman da doğa yürüyüşlerine çıkıyorduk. Devrimci türküler söylerdi. Hem tiz hem davudi bir sesi vardı. Bütün çiçekleri,ağaçları, böcekleri tanırdı. Ben ona katkıda bulunmak amacıyla cıkageldim ama o beni eğitti.Neden bilmem birbirimizi sever olduk.

Şirin’in doğumgünü armağanım olan dosyasını, yeni baştan okurken, tiyatroda oynadığını birkez daha hatırladım. İşin garibi Hüseyin İnan da oyunculuk yapmış bir zamanlar.

Şirin’ciğim, ‘’Moskova’ya gidişinle ilgili pek bir şey bilmiyorum’’ diye yazmışsın. O sırada Güneş gazetesinde sütunum vardı; yazı işleri müdürü Metin Münir idi. Ben Rusya’ya Metin Bey’in önerisiyle, beş-altı adet cumhuriyet altınını seyahat şirketine götürerek gidebildim. Sevinçcik de geldi. Zeynep Oral’dan Türkolog Vera Feonova’nın telefonunu almıştım.

Beni çok iyi karşıladı ve Vera Tulyakova Hikmet ile tanıştırdı, mavi kirpikli karısıyla Nâzım Usta’nın. Birlikte Nâzım Hikmet’in mezarına gittik, yanımda bir poşet dolusu ülkemiz toprağı vardı. Kızlar Manastırı’nın yakınlarındaydı mezarlık.

Bu yolculukta ilk kez Lenin’in mezarında yüreğim ağzımdan fırlayacakmış gibi olmuştu, bir de Nâzım Hikmet’in mezarında. Kimi devrimciler onun mezarını Türkiye’ye getirmek isterler. Pek tabii sevgilerinden kaynaklanıyor bu istek.

Ama orada Rus Edebiyatı'nın devleri arasında ‘’yürüyen adam’dan’’ esinlenmiş heykeli ve minik çınar ağacı ile çok huzurlu büyük ustamız. Vaganova bale okulunu da ziyaret ettik. Müzesini gezdiren görevli Nijinski’nin kostümü ve diğer eşyalarını gösterdikten sonra ’’Şimdi de Çaykovski'den bahsedelim’’ demişti.

Meğerse ünlü bestekar Çar’ın bir yeğeni ile ilişkiye girip idama mahkûm edilmiş. Arkadaşı da ona isterse intahar edebileceğini bildirmiş. Sonuç intihar...

İnsanlar sürekli okuyorlardı; metroda, duraklarda, otobüslerde. Metrolar müthiş süslüydü.Çar Sarayı’ndan getirilmiş avizeler ve heykellerle donatılmıştı. Devrimcilerin onları parçalamasını engellemişti Lenin. Yoğun halk kalabalıklarının bulunduğu metrolara taşımıştı. Moskova’da turistlere metro turları organize ediliyor.

Daha sonra Vera Tulyakova Hikmet ve Türkolog Vera İstanbul’a geldiler. Nâzım Usta karısına, tahta iskemleli çay bahçelerine gitmesini, küçük kırmızı balıklardan yemesini ve Piraye Pirayende’yi ziyaret edip, kendi adına ondan özür dilemesini vasiyet etmiş. Öylesi çay bahçelerinin kalmadığını, tümünün plastik iskemlelerle dolduğunu anlattık. Yaşar Kemal Usta kırmızı balığın hangisi olabileceğini söylemişti ama unuttum. Mehmet Fuat ise birkaç kez aramama rağmen olumlu yanıt vermedi. Vera hemen herkese Rus başörtüsü ve matruşka bebek armağan etti. Bense ona Deniz Gezmiş’lerin ürettikleri boncuklu kemerlerden folklorik desenli olanını vermiştim. Devrimcilerimizi herhalde kocası nedeniyle tanıyordu. Acaba kızı kemeri saklıyor mudur?

Nâzım Hikmet’in son eşi, kendisine onu aldatıp aldatmadığını sorduğumda, ‘’benim tanıdığım Nâzım çok farklı’’ demişti.

O ropörtajı bulabilsem yayınlardım. Evlenmemek için ne kadar direndiğini, kızın babasını boşanmaması için ne denli mücadele verdiğini ve bence en önemlisi Nâzım Usta’nın ölümünden sonra bulabilmesi için evde kimi yerlere sakladığı doğum günü armağanlarını anlatmıştı. Zaten bunları Ataol Behramoğlu’nun kitabından da biliyorum.

Şirin’im, bir de Küba ziyaretimiz oldu. Havana’da lüks bir otelde kaldık. Devrim sonrası Che’nin nasıl patates çuvalları taşıdığını gösteren resimlerle doluydu duvarlar. Santa Clara’ya bile gittik. Ne yazık ki Che’nin mezarını göremedik. Daha önce Bolivya’da gömülmüştü, mezar tadilattaydı ve içinde çok merak ettiğim anılar vardı. Köylülerin armağan ettikleri elişi çantalar, bebekler vs...

İnşaatın başındaki görevliye, Türkiye’den geldiğimi, bir daha kolay kolay gelemeyeceğimi söyleyip 100 dolar teklif ettim ve ‘’hemen dönerim ‘’ dedim. Adamın gözlerinde bir parıltı çaktı ama rehberimiz Nora ‘’ Mesleğime son verirler’’ diyerek bana engel oldu.

Genelde rehberler konformist, oportunist insanlardı. Hastane ve okulların bedava olduklarını anlatırken, ‘’hepsi de çok kötü’’ diyorlardı. Ama Nora, ‘’Bizler birkaç yılda evsahibi bile olabiliyoruz’’ demişti. Bir de şoförler ’’Fidel ile üniversitedeyken resim çektirmek onuruna erdim’’ benzeri konuşmalar yapıyorlardı. Az biraz fahişelik de başlamıştı. Hiçbir zaman, iyi niyetle bile olsa yasaklar kalıcı olamıyor. Yasaklar galiba delinmek için.

Tütün fabrikalarında çalışanlara gazeteleri ve klasik eserleri okuyan görevliler vardı. İnanılır gibi değil. Romeo ve Juliet’i o kadar beğenmişler ki sigaralardan birinin adını ‘Romeo ve Julıet’’ koymuşlar.

Şirin’im galiba sen Ankara’da tutukluyken yaşandı Elrom olayı. Bizim oturduğumuz Seyhan Apartmanı'nda İsrail Başkonsolosu da oturuyordu. Suratsız, sert bakışlı, belinde tabanca taşıyan, kocaman bir adamdı. Aracına 2-3 koruma ile binerdi.

Apartmanın giriş katında Refet Bele’nin eşi ve kızı oturmaktaydı. Mahir’ler Konsolosu kaçırırken, apartmana gelip gidenleri, onların dairesine toplamışlar ve çok iyi davranmışlar. Bizler Kocamustafapaşa Çevre Tiyatrosu'nda çalışmaktaydık. Kandemir konduk’un devrimci oyunlarını sergilemekteydik. Hatta o ara Seçkin Selvi hapiste olduğundan,yuvadaki kızları ile de ilgilenirdik.Tülin Oral, eşi hapiste iken iki yatağını verdi. Yani Başar Sabuncu’yu ciddiye almıştım.

Oyun dönüşü bir polis, Altan’la bana ‘’Kapıcınızın adı ne, yardımcısının adı ne?’’ gibi sorular sorup, ondan sonra girmemize izin vermişti. Birkaç gün sonra Necmi Demir’i paramparça edilip gazlı bezlere sarılmış ayağı ile, otobüse bindirip getirdiler. Elrom’u kimlerin kaçırdığını tespit etmekti amaçları. Giriş katından kimse tanıklık etmedi.

Girişteki polis dört gün sonra, ’’Altan abiciğim beni burada unuttular. Hem karnım aç hem de çok uykusuzum’’ dedi.’’

Eger merkezi ararsanız sizi dinleyeceklerdir’’ deyince Altan telefon etti. Teşekkür edip bir gün sonra geldiler. Bu arada biz o polise bir şezlong indirip, karnını doyurduk. Partili arkadaşlar bu eylemimizi çok eleştirdiler.

Tİ-SEN tiyatrocular sendikasında genel sekreterdim. Fuat Fegan’ın eşi Latife Fegan sendikanın muhasebesine bakıyor, mektuplaşmalarla ilgileniyordu. Şirin çok sevinmişti ona iş verildiği için. Son derece bilgili bir Hikmet Kıvılcımlı yanlısıydı. Ve bir gün yokoluverdi. Evine gittim, eşyaları duruyordu. Komşuları bir gün önce arkadaşlarının arabasıyla gittiğini söylediler.

Samimiyetimize karşın bana hiçbir şey anlatmadı. Çok da iyi yaptı. Yıllar sonra mektuplaşmaya başladık ve aynı anda hamile kaldık.

Canım Şirin’im bir ara sen Düisburg’da sürgün hayatı yaşarken, DERGİ mecmuası sahibi Aydın Yeşilyurt beni, kitaplarımı okuma seanslarına davet etti. Söyleşiler yapıyor, şehir şehir dolaşıyorduk. Daha sonra kitaplarımdan kimi bölümler Almanca okunuyordu.

Senin evine bir Kürt ailesi sığındı.Üç-dört çocukları vardı. Alışkın olduğum üzere onlara şeker, çikolata, oyuncak, resimli kitap ve giyecek getirdiğimde beni uyardın. ‘’Bunlar davalarından vazgeçmemeliler. Hikmet Kıvılcımlı’yı okumalılar.

Zaten okula gitmiyor, evde okuma-yazma öğreniyorlar. Hayatları boyunca hiçbir zaman sahip olamayacakları nesneleri değil, daha basit, fonksiyonel, ucuz şeyler getir lütfen’’ dedin. Haklıydın.

Gerisi umarım senin anılarında yayımlanabilirler. O dosyada ‘’İkiyüzlülükler karşısında azıtan dürüstlüğün, benim azıtan dürüstlüğümle kardeştir.’’ Yazmıştın. Sanırım birbirimizi çok sevmiş olmamızın altında bu gerçek yatıyor.