Türkiye’de vergi kaçırmanın, birilerine şirin görünmek için oraya buraya bağış adı altında kaynak transfer etmenin uzun bir tarihi var. Öyle ki hayali ihracatçı listesi tutmaya kalksanız sonunu getiremezsiniz. Ancak daha önceki örnekler ile mevcut iktidar döneminde tanık olduklarımızı aynı kefeye koymak imkânsız. Çünkü eskiden bu tip işler rejime içkin değildi, bir düzen dahilinde işlemiyordu, belirli bir politik mekanizma üzerine kurulmamıştı. Gemisini yürüten kaptan misali bireysel ya da şirkete ait “performansa” bağlıydı. Şimdilerde ise rejimin ekonomi politiği tamamen bunun üzerine kurulu.

Kamu otoritesinin şartlarını belirlediği ulusal ya da yerel çapta bir iş için ihaleye girecek şirket önce “havuza” bir miktar para aktarıyor. Kazanamazsa para havuzda kalıyor; şayet kazanırsa ilk başta verdiğinin çok daha fazlasını iktidarın işaret ettiği yerlere peyderpey gönderiyor. Bu kimi zaman nakdi kimi zaman ayni transferler aracılığıyla gerçekleşiyor. Vergiden “kaçınmak” için de tam vergi muafiyeti sağlayan kurumlar aracı olarak seçiliyor. O kuruma küçük bir meblağ bırakılıp vicdanlar temizleniyor. Bağış bugün Ensar’a gider yarın başkasına; miktarı da adresi de belirleyenin iktidar olduğu herkesin malumu.

Bu rezil sistem oturmuş oturmasına ama ortaya çıkan Başkentgaz – Kızılay – Ensar vakası yandaş yazarların bir kısmı tarafından dahi kolayca sindirilemedi. Batan gemiden acemice mal kurtarmaya çalışanlar arttıkça bunu halkın gözünden kaçırmak isteyenlerin işi de zorlaşıyor. Usulsüzlüğün, yolsuzluğun ayyuka çıktığı her örnek sonrasında amiyane tabirle ilk önce sorumlu makamda oturanlar birbirini satıyor. Torunlar GYO’nun başkanvekili Mehmet Torun’un “Madem yanlıştı Kızılay kabul etmeseydi” demesi tesadüf değil. Sureti haktan görünen kimi isimlerin akıl hocalığı tutarsa koskocaman bir tezgâhın tüm günahı Kızılay Başkanı Kınık’ın üstüne kalabilir. Halbuki kendisi çarkın dişlilerinden yalnızca bir tanesi. Kınık’ın istifası yetmez, bu çürümüş düzenin ortadan kaldırılması gerekir.

15 Temmuz sonrasında Fethullahçı çetenin yerine AKP’ye biat eden tarikatları yerleştirme stratejisi hız kesmeden devam ediyor. Bu konuda Soylu’nun kilit bir rol oynadığı ise aşikâr. İçişleri Bakanlığı İslamcı vakıflara yeni yeni “hareket alanları” açıyor; onlara yarı resmi bir statü bahşediyor, devletin organik bir parçasına dönüştürüyor. Bu konudaki adımlar 24 Haziran CB seçiminin hemen sonrasında aleniyet kazanmıştı. Örneğin seçimlerde Cumhur İttifakı’na ilanla destek veren Menzilcilerin Beşir Derneği, karşılığında izin almadan yardım toplama imtiyazını almıştı. O günlerde 13 bin küsur dernekten aralarında Beşir Derneği’nin de olduğu yalnızca 22 tanesine bu hak verilmişti. Tarikatlar bakanlıkları paylaştıkça onların dernek ve vakıfları da kamuda ayrıcalık üstüne ayrıcalık kazandı. İlkokullardan üniversitelere kadar girmedikleri kurum kalmadı.

İktidar, tarikat ve cemaat derneklerini hem iç hem de dış politikada bir kaldıraç haline getirdi. Libya, Yemen ve Suriye’ye yönelik Yeni Osmanlıcı hamlelerde Deniz Feneri, Beşir Derneği vd. devreye sokuldu. AKP başlarda bunu üstü kapalı bir biçimde yapmayı tercih ediyordu; artık çok daha doğrudan, aleni bir biçimde yapıyor. Mesela Elâzığ depreminden sonra afet bölgesine yardım göndermek isteyen HDP’lilere engel olundu ama İslamcı vakıflara bütün kapılar açıldı.

Bugünlerde “İdlib’e insani destek” kisvesiyle aynı vakıf ve dernekler AFAD ve Kızılay üzerinden yardım kampanyasının birer bileşeni haline getiriliyor. İçişleri kamu kurumlarına yazı göndererek Hayrat Vakfı’ndan Deniz Feneri’ne Sadaktaşı Derneği’nden Mahmud Hüdai Vakfı’na kadar birçok tarikat ve cemaat organizasyonunun kampanyada görevli olduğunu açıkça bildirebiliyor. Böylece kamu otoritesinin koruyuculuğunda İslamcı gruplara propaganda imkânı sunuluyor. Cemaatleri, tarikatları ödüllendiren, onları ihya eden iktidar bunun finansmanını halkın sırtına bindirdiği yeni vergi yükleriyle sağlıyor.

Meclis’teki muhalefet, Kızılay - Ensar olayı başta olmak üzere yaşananları tekil birer örnek olarak ele alıp eleştirerek tatminkâr bir politik sonuç elde edemez. Devlet bir aile şirketine dönüştükçe kamu kurumları paravan ya da aracı, tarikat ve cemaatler ise hisse sahibi haline geliyor. Yalnızca Saray’ın tutkal işlevi gördüğü cemaatler koalisyonu ülkeyi parsel parsel bölüşüyor. Köklü devlet kurumları ise bildiğimiz anlamda çökmüyor, İslamcı ajanda doğrultusunda işlev değiştiriyor; topluma değil tarikatlara hizmete odaklanıyor. Bu gerçeğe gözlerini kapayan hiçbir siyaset sahici bir değişim vaat edemez.

Bugün laikliğin, şeffaflığın, adaletin, kamuculuğun ne denli önemli olduğunu halka anlatmak için muhalefetin önünde müthiş bir fırsat var. Yeter ki o fırsat grup toplantılarına hapsedilen siyaset nedeniyle kaçırılmasın.