İnsanlık tarihinin dönemeçleri takvim tarihiyle örtüşmüyor. Ne yıl  ne de yüzyılların değiştiği sayıların tarihsel bir önemi olmuyor. Örneğin 20. yüzyıl daha 1980’lerde bitmişti aslında; 2000 yılının tarihsel önemi sadece bilgisayarların tarih atlamayı becerip beceremeyeceği sorusundan başka bir önem taşımamıştı.

İnsanlık tarihinin giderek hızlandığı da bir başka gerçek. Tıpkı telefon ve telgrafla başlayan iletişim devriminin internet aracılığıyla müthiş bir hız kazanması gibi. Şimdi toplumsal değişimleri belirleyen iki temel değişken hız ve sanallık oldu.

Her ikisinin de temeli paranın/ sermayenin hızlanıp sanallaşmasında yatıyor. Masanızdan kalkmadan ardı ardına NewYork, Londra ve Tokyo borsalarında işlem yapabiliyor, üstelik bu işlemleri aslında gerçek olmayan türev piyasalarda gerçekleştirebiliyorsunuz.

Japon ev kadınının Japonya’daki bir bankadan Yen cinsinden çektiği krediyi İstanbul borsasında Türk Lirası cinsinden değerlendirerek, evinde yemek yaparken para kazanması bu yüzyılın değişiminin sembollerinden biridir.

Güncel değişim sembolü ise ‘Arap Baharı’ olarak adlandırılan ve aslında eski Sosyalist ülkelerdeki renkli devrimlerin bir devamı olarak görülmesi gereken süreç. Her ikisi de kapitalizmin yeni bir veçhesinden öte bir anlam taşıyorlar mı bilinmez. Ama neoliberal ekonomik alt yapının kurulduğu her iki sürecin de ayrıca örtük bir ortak noktaları olduğu söylenebilir. Bu örtük ortaklık dindarlığın yükselişi ve baskın ideoloji olması.

Dünyanın yeniden ‘büyülenmesi’ ya da ‘demodernizasyon’ olarak da adlandırılan bu süreçte yanıtlanması gereken temel bir soru var. Bu soruya verilecek yanıt devrimci mücadele için de yürünülecek yolu belirleyecek önemde.

İnsanlık, yine yeniden vahşileşen kapitalizme karşı dine doğru geriliyorlar mı, yani artan dindarlık bir tür savunma, varkalım çabası mı, yoksa dine doğru kışkırtılarak denetim altında mı tutuluyorlar?

Arap Baharı’nın estiği ülkelerde değişenin/ yıkılanın ne olduğu sorusuna verilecek yanıt bir önceki sorunun yanıtını bulmayı sağlayabilir. Arap Baharı’nda aslında yıkılan ne?

 

Bir ölçüde Türkiye’de daha sessizce yürüyen değişimle koşut olarak, o ülkelerin yönetim sistemleri bin bir türlü kötülüklerine karşın görece modernist ve laiktiler. Eğitim ve sağlık kamu hizmeti olarak kabul ediliyordu, olabildiğince Aydınlanma ilkeleri doğrultusundaydı ve büyük oranda laikti.

1960’lı yıllarda parlayıp sönen antikapitalist dinci muhalefet diye bir olgunun artık esamesi bile okunmuyor. Merak eden Müslüman Kardeşler’deki değişime bakabilir.

 

Şimdi Türkiye dahil bütün bu coğrafyada olup biten bir yandan neoliberal ekonomik sistem yerleşirken aynı anda üst yapıda Aydınlanma, laiklik ve modernizmden vazgeçilmesi değil mi?

İyi de neden?

Neden postmodern düşüncenin ebeliğiyle ‘batı dışı’ coğrafyalarda aydınlanma, modernlik ve laiklikten vazgeçiliyor?

Bu vazgeçişte özellikle laik sistemde yetişen ve Aydınlanma ilkeleri doğrultusunda eğitim gören toplumlarda antikapitalist bilincin kaçınılmaz bir şekilde yeşerdiği gerçeği yatıyor olabilir mi?

Türkiye’de dahil bütün coğrafya aslında 1950’li yıllardan bu yana bir anlamda aydınlanmacı, laik tek parti tarzı yönetimlerce idare ediliyorlardı. Türkiye’de ne zaman gerçek anlamına yakın bir demokrasiye yaklaşılır gibi olduğunda askeri darbe olmuştur. Otoriter ve tek parti, tek adama dayalı olsa da laik yönetimlerde öyle ya da böyle başlangıcı antiemperyalist olsa bile eninde sonunda antikapitalist muhalefetler yükselmiştir.

Oysa dinle büyülenen ve laiklikten vazgeçilen bir toplumda akıl eriyecek ve kapitalizm ne denli vahşileşirse vahşileşsin antikapitalist bilincin gelişmesi daha da zorlaşacaktır.

Öyle ise Türkiye laboratuarında pişirilip Arap coğrafyasına servis edilen, despotik laik yönetimlerin yerini despotik dindar yönetimlere bıraktığı gerçeği olsa gerek.

Yeni bir yıl olduğu için değil ama yeni bir dönem olduğu için devrimci bir yola çıkılacaksa sırt çantasına bu sorunun yanıtını değilse bile sorunun kendisini koymak gerekebilir.