Çamlıca’ya cami, Taksim’e Taşkışla; ama, her ikisi de betondan: AKP’nin entelektüel, etik, estetik, psişik, sosyo-kültürel ve ideolojik bütün boyutlarıyla özetlenip sergilendiği iki proje.
 
Önce Taksim’den başlayalım: Tabiat düşmanlığı; modernliğe, çağdaşlığa, teknolojiye açıklık, hatta düşkünlük gösterileriyle kamufle edilmeye çalışılan.  Topçu Kışlası replikasının ortasına en moderninden bir buz pisti yapacaklarmış; tabiî, Gezi’nin binlerce ağacını yok etme pahasına. Ve her zamanki ‘torba’cılık, her şeyi kaçak-kaçamak yoldan kotarmanın taktiği olarak. Taksim’in göbeğine cami dikmek, malûm, İstanbul’un gerçek fethi projelerinin olmazsa olmazı; onu da, doğrudan/açıkça değil de, kışlanın camisi üzerinden hayata geçirmiş oluyorlar.
 
İstanbul’un fethini tamamlama projesi, aslında bir yandan tarihi inkar ederken, diğer yandan da kendilerinden olmayan herkesi vatandaşlıktan düşürüp zimmî konumuna indirgeme projesi: İstanbul’un fethi, bizim bildiğimiz 1453’te gerçekleşip bitmişti; ki, beş yüzüncü yıldönümü de Taksim meydanında kutlanmış, rahmetli babacığım da o gece beni oraya götürmüştü. Bunlar İstanbul’u yeniden fethetmeyi düşünüyorlarsa, demek ki bizden fethedecekler. Burada biz, ne oluyoruz: Küffar; memleketimiz de ister istemez, dar-ül harp; tabiî, bunların gözünde.
 
Çamlıca’daki cami de zaten işte bu fethin nişanesi olacak; sultanlığı kendinden menkûl taze fatihin şerefine. Ataşehir’deki kopya cami için ‘selatin’, yani sultanlara mahsus sıfatını kullanıp, bir de duvarına kendi imzasını taşıyan bir kitabe koydurtmuştu. İstanbul’un her noktasından görülmek üzere çevredeki en yüksek tepenin seçilmesi ise, biz zimmîlere karşı en heybetlisinden bir güç gösterisi, en kalıcısından bir göz dağı.  Altı minaresiyle Sultanahmet’in rekorunu egale ediyor ve bunlar Türkiye’nin en uzunları olacak; hakeza kubbesinin çapı da Türkiye rekoru kıracak, kopyası olduğu Sultan Ahmet’inkine on bir metre fark atarak: Otuz dört metre.
 
Otuz dört, İstanbul’un plaka numarasına izafetenmiş: Ne zarif, ne zekice ve ne yaratıcı bir atıf. Kubbenin yüksekliği de yetmiş iki BUÇUK metre, İstanbul’umuzun barındırdığı millet sayısı olarak. 107,1 metre ise, minarelerin uzunluğu, Malazgirt zaferine izafeten: Taşa, pardon beton armeye işlenmiş müthiş bir tarih bilinci.
 
Bunların hepsi çok ayıp; en ayıbı ise, insanların taş, tuğla ve horasan harcı ile bundan bin beş yüz sene önce ulaştıkları başarıları beton arme ile aşmayı bir marifetmiş gibi görüp göstermeleri: Aya Sofya’nın kubbesinin genişliği 31-32 metre; demir-çelik takviyeli betonla, hele çelik konstrüksiyon teknolojisiyle, değil 34, 340 metrelik bile kubbe yapılabilir. Ancak daha önemlisi, o devirlerde beton arme icad edilmiş olsaydı, insanlar zaten kubbe yapmazlardı; zira kubbe, geniş mekanları, düzinelerle destek sütûnuyla parçalamaksızın örtmenin tek yolu, tuğlayı-taşı birbirine çatarak ayakta tutmaya dayanan.
 
Hükümet programındaki baş hedeflerden ‘piyasa toplumu’nun camii de ister istemez böyle olur: Her şey nicelik üzerinden belirlenmiş; en büyük, en çok, en uzun. Ancak, fallik dönemde takılıp kalmış kenar mahalle lumpenini andıran bir şeyler de var burada: İçmenin sohbet, muhabbet yanına tümüyle yabancı, o yüzden de içki düşmanı, bir kere içince de kafayı bulup mahalledeki en yüksek binanın veya ağacın tepesinden millete bir yerlerini gösterip “en büyük benim/ki; yan bakan olursa, onu da anında düz….m” diye naralar atan.
 
Taksim’e buz pateninden Çamlıca camisine, bu yaratıcı projelerin bana en fazla esinlediği manzara ise şu: Jane Mansfield’inden Carla Bruni’sine ‘sexy’likleriyle ünlü kadınların gerçek boyuttaki şişme modellerini kendisi için özel olarak yaptırmış petrol zengini bir Arap şeyhi, kendisinin ne kadar çapkın olduğunu ispatlamak üzere Dubai’deki o en yüksek binanın tepesinde bir basın toplantısı düzenlemiş, dünya televizyonları önünde bu koleksiyonunu övünerek sergiliyor.