Bir yanda halk ekmek, adalet, kamu hizmetlerinin erişilebilir olması için isyan ediyor, canları pahasına hak arayışı içine giriyor. Diğer yanda da yaşanan insanlık trajedileri karşısında keskin bir yüzsüzlük, fütursuzluk, aymazlık hüküm sürüyor. Sözünü ettiğimiz “arsızlık sendromunun” en itici örneklerinden birini İsviçreli yatırım bankası UBS sergiledi

Sistem çöktü, devrim geliyor!

Robotlardan, yapay zekâdan, teknolojinin sunduğu ileri olanaklardan dem vurulan bir çağda unutmayalım ki yeryüzünde 820 milyon kişi açlık tehlikesiyle karşı karşıya. İçme suyuna, gıdaya, yakacağa ve toprağa erişim için bir dolu coğrafyada çatışmalar keskinleşiyor, insanlar birbirini boğazlıyor.

Bir yandan son dönemlerde Şili’de, Ekvador’da, Lübnan’da daha birçok ülkede gözlemlediğimiz gibi halk, ekmek için, adalet için, kamu hizmetlerinin erişilebilir olması için isyan ediyor, canları pahasına hak arayışı içine giriyor. Bir yandan da yaşanan insanlık trajedileri karşısında keskin bir yüzsüzlük, fütursuzluk, aymazlık hüküm sürüyor.

Arsızlık Sendromu

Sözünü ettiğimiz “arsızlık sendromunun” en itici örneklerinden birini İsviçreli yatırım bankası UBS sergiledi. Bilindiği gibi UBS dünyanın bir numaralı servet yöneticisi. Diğer bir ifadeyle, dünyanın dolar milyarderleri daha da fazla nemalanmak, servetlerine servet katmak için paralarını UBS’ye emanet ediyorlar. İsviçre bankasının üst düzey yöneticisi Josep Stadler Financial Times gazetesine verdiği mülakatta, milyarderlerin toplumda hak ettikleri itibari görmediklerinden yakındı. Stadler’e göre onlar kendilerini zenginleştirirken, istihdam da yaratıyorlar, başkaları da bundan sebepleniyor, üstelik vergi de ödüyorlar. Bununla da kalmıyor “Milyarderlere kahraman muamelesi yapmasanız da hiç değilse itibar göstermelisiniz” sözleriyle velinimetlerine yaltaklanmaya devam ediyor. Stadler’in dayanağı UBS’in yayımladığı bir rapor. Bu metne göre, 2003 ile 2018 arasında patronu milyarder olan firmalar yüzde 17.8 getiri sağlarken, borsalarda ortalama kazanç yüzde 9.1 olarak gerçekleşmiş. Stadler, medyadaki önyargılı tutumun zenginleri aç gözlü, fakirlerin sırtından geçinen yaratıklar gibi göstermesinden de dem vuruyor. (Financial Times 9-10 Kasım 2019).

Bu zırvaları bir yana bırakırsak, gelir ve servet adaletsizliğinin tüm dünyada ileri boyutlara vardığını, bütün istatistiklerin bu gerçeği ortaya koyduğunu görebiliriz. Dünya ekonomisinde işler tıkırında gitmezken, büyüme, yatırım, istihdam tüm ekonomik veriler sinyal verirken, geçen hafta Wall Street borsası yine rekorlar kırdı, Lenin’in ifadesiyle “kupon kırpıcılar” servetine servet kattı. Bu arada kârlar Man Adasi benzeri vergi cennetlerine park edilmeye devam etti.

Kârın tümü yüzde 1’e gidiyor

Gerçeklerin farkında olan, kendileri için yaklaşan tehlikeyi erkenden sezenler arasında bazı akıllı zenginler de bulunuyor. 17 milyar dolarlık servetiyle Amerika’nın önde gelen hedge fon yöneticileri arasında yer alan Ray Dalio geçen hafta katıldığı bir konferansta, “artan eşitsizliğin şiddetli bir toplumsal devrim getireceğini” öne sürerek, ABD’de ve tüm dünyada yükselen sınıf mücadelesine dikkat çekti. Dalio, “Dünya çılgınlaştı ve mevcut sistem çöktü. Eğer radikal bir reform uygulanmazsa, devrim patlak verecek birbirimizi öldüreceğiz” diye uyarıda bulundu. Aynı konferansta konuşan diğer bir milyarder fon yöneticisi, Paul Tudor Jones da, “Şirketlerin 2 trilyon dolar kârının tümünün yüzde 1’e gittiğinin; işçilerin, yöre halkının, tüketicilerin zenginlikten artık hiç pay alamadığının” altını çizdi.

Fırsat eşitsizliği

Neoliberalizmin acımasız kumanda merkezi IMF’nin de, en son Arjantin ve Ekvador örneklerinden yola çıkarsak dikte ettiği ekonomi programlarına yansımasa da, aslında fikri düzeyde gelir ve servet adaletsizliği sorununu tartışmaya açtığına tanık oluyoruz. Yakınlarda 2 IMF uzmanı, Shekhar Aiyar ve Christian Ebeke’nin kaleme aldığı “Fırsat Eşitsizliği” başlıklı bir makale yayımlandı. Bu çalışma kuşaklararası fırsat eşitsizliğinin gelir eşitsizliğini, onun da ekonomik büyümeyi nasıl olumsuz etkilediğini gösteriyor.

sistem-coktu-devrim-geliyor-648235-1.

Babanın gelirinin (eğitiminin) oğlun gelirini (eğitimini) ne yönde şartlandırdığı mercek altına alınıyor. Ne yazık ki kadınların ekonomik iş bölümündeki etkilerinin sınırlılığından yola çıkarak böyle bir yöntem benimseniyor. Üç farklı kanaldan babanın konumunun oğlunun önündeki “fırsat pencerelerini” belirlediği ortaya konuluyor: Birincisi, babanın eğitim düzeyi çocuğun eğitim olanaklarını koşullandırıyor. İkincisi iş bulma sırasında babanın ilişkileri oğlunu da etkiliyor. Uzun süredir işsiz bir babanın oğlunun toplumsal dışlanmaya uğraması ve önündeki istihdam fırsatlarının daralması olasılığı artıyor. Üçüncüsü de babanın kredilere erişim kolaylığı bir sonraki kuşakta da aynen hissediliyor. Araştırmanın sonunda da gelir dağılımı bozukluğunun kendi başına kötü bir durum olmasının yanısıra, fırsat eşitliğinin önünü kapatarak ekonomik büyümeye de sekte vurduğu sonucuna varılıyor. (IMF Working Papers Inequality of Opportunity, Inequality of Income and Economic Growth, Shekhar Aiyar Christian Ebeke, February 2019).

Gelir adaletsizliği hasta ediyor

İki İngiliz epidemiyolojist, yani salgın hastalıklar uzmanı Richard Wilkinson ve Kate Pickett ise, son kitaplarında gelir dağılımı bozukluklarının insan sağlığına etkileri üzerinde duruyorlar. (The Inner Level – How More Equal Societies Reduce Stress, Restore Sanity and Improve Everyone’s Well-Being, Penguin Books 2019). Kitabın alt başlığından anlaşılabileceği gibi daha eşit toplumlarda stresin azalacağı, akıl sağlığının yerine geleceği, herkesin mutluluğunun iyiye gideceği savunuluyor. Dolayısıyla gelir dağılımı eşitsizliklerinin ise ruh sağlığını bozacağı söyleniyor. Kitap boyunca ekonomik eşitsizliklerin kamu sağlığını, eğitim başarısını olumsuz etkileme, obeziteyi yaygınlaştırma, toplumsal hareketliliği (social mobility) engelleme mekanizmaları geniş ülke örnekleriyle ortaya konuluyor.

Wilkinson ve Pickett’in gözlemlerine göre her dört kişiden biri zihinsel stres altında bulunuyor. Üzgün, mutsuz, yorgun, intihara eğilimli, travma içinde, suçluluk ve yalnızlık hissi duyan, kaygılı, sıkıntılı, takıntılı, güvenini yitirmiş kişilerin oranı %25’i buluyor. Araştırmacılar bu saptamayı yaptıktan sonra, ruhsal sorunlar ile bu dertlerle boğuşan kişilerin toplumsal konumları arasındaki bağı irdeliyorlar.

İngiltere’ye ilişkin veriler alt %2’lik gelir diliminde bulunanların üst %20’ye göre ruhsal sorunlarla çok daha yüksek oranda karşılaşacağına işaret ediyor. Bu durum erkekleri daha da fazla etkiliyor. Alt gelir grubundaki erkekler üst gelir grubundan 3 kat daha fazla ruhsal sorunlarla karşılaşıyor. Özellikle depresyon, yoksullar dilimindeki erkeklerde zenginler dilimindekilere göre 35 kat daha fazla ortaya çıkıyor.

Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre ise dünyada 350 milyon kişi depresyonla cebelleşiyor. Kadınlar ve gençleri depresyon daha fazla etkiliyor. Yılda tam 1 milyon kişi intihara başvuruyor. 18 ve 35 yaş arasındaki genç ölümlerinde intihar birinci sebebi oluşturuyor.

Toplu intiharların toplumsal boyutu

İntihar denince tabii ki akla Fatih ve Antalya’da tanık olduğumuz elim olaylar geliyor. Konunun psikolojik analizini Selçuk Candansayar ve Yankı Yazgan gibi konunun uzmanlarına bırakıp, ancak toplumsal ve ekonomik boyutları üzerinde durabiliriz. Sonunda sırf devletin resmi istatistikleriyle 4 milyon 596 bin kişinin işsiz olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Tüm bu olaylar, “TÜİK’in 2018 Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması’na göre nüfusun en yüksek %20’si gelirin %47.6’sına konarken, yoksul %20’nin payına gelirin %6.1’inin düştüğü” ne kadar inkâr etseler de gelir adaletsizliğinin tavan yaptığı bir ülkede gerçekleşiyor. Üstelik ülke ekonomik bir krizden geçiyor. 2013’te 12.480 dolar olarak açıklanan kişi başına düşen gelirin, 2018 sonunda 9.693 dolara kadar gerilediği görülüyor.

Ekonomik istatistikleri bir yana bırakın, işsizlik ve yoksullukla cebelleşen yurttaşların ruh halini anlayan, onlarla empati kurmayı deneyen bir zihniyet de Türkiye’yi yönetmiyor. TÜ-İK üniversite mezunu 350 bin kişinin yoksul olduğunu açıklıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan “Her üniversite mezunu iş bulacak diye bir şey yok!” diye cevap yetiştiriyor.

Yine geçen günlerde gündeme gelen, Aksaray’daki otizm hastası çocukları diğer velilerin protesto etmesinin tabii ki şiddetle kınanması lazım. Ancak tepki gösteren velilerin profili de yoksul insanlar oldukları izlenimi veriyor. Muhtemelen IMF araştırmasına konu olan fırsat eşitsizliğinden çocukları fazlaca etkilenecek bir gruba mensuplar. Böyle tedirgin, güvensiz, kaygılı bir ruh hali onları bu denli öfkeli ve saldırgan yapıyor.

Türkiye gerçeği, yazıda örneklerini verdiğimiz dünyadaki gelir ve servet dağılımı bozukluklarından daha da vahim, sorunlar daha da derin. Fatih’teki toplu intihar vakasından sonra Yeni Akit’in acı olayın nedenini, raflarda bulunan Richard Dawkins’in Tanrı Yanılgısı kitabı üzerinden ateizme bağlaması hiç de rastlantı sayılmamalı. Çünkü siyasal İslamcı kesim devlet kurumlarını işgal etmiş, tarikat-cemaat-AKP yandaşlığı ilişkileri üzerinden kamudaki bütün kadrolardan, sosyal yardımlardan, ihalelerden kendi çeperlerindeki kişileri yararlandırmaya çalışıyor. Toplumun geri kalan kesimi ise, Yetişkin ailesi örneğindeki gibi sudan gerekçelerle kolayca damgalanıyor, icabında KHK’lerle cezalandırılıyor, din-mezhep ağırlıklı mülakat mekanizmalarıyla kamu istihdamının uzağında tutuluyor.

Çözüm: Dayanışmacı bir toplum

Bir ülkede insanların toplu intihar yolunu seçecek kadar kendilerini umutsuz ve çaresiz hissetmeleri gerçekten tüyler ürpertici. Belli ki yalnızlar, tutunacakları bir dal kalmamış, dayanışma ilişkilerinin uzağına düşmüşler. Burada sola, sosyalistlere de büyük sorumluluk düştüğünü hatırlamamız gerekiyor. Yurttaşlık bağları üzerinden insanlara sahip çıkacak, dayanışma ağlarıyla onları saracak, örgütlü toplumun gereğini hatırlatacak, tıpkı 80 öncesindeki gibi mahallelere uzanan toplumsal ilişkileri yeniden inşa edecek özne ancak devrimciler olabilir. Toplumsal dayanışmanın bir hayırseverlik faaliyeti değil, kamucu bir ekonomide herkesin insan onuruna uygun biçimde yaşayacağı bir özlem olduğunu olsa olsa sosyalistler anlatabilir.