Türküler, şiirler, yazılar ateşe düşmüş ve insanlığın ak yüzüne kara bir duman çökmüştür artık Sivas Madımak Oteli’nde.

Sivas yanıyor hâlâ…

OKAN TOYGAR

gidiyorum
bu şehri, bu yağmuru, bu düşleri,
bu aşkı, bu kavgayı, bu kederi
size bırakarak1
Behçet Aysan

Sivas’ta bir otel yanıyor…

İçeride yoğun bir duman, göz gözü görmüyor. Bir canavar dili gibi hızla yukarı katlara doğru çıkan alevin hışırtısı, gözü dönmüş yobaz kalabalığın saatlerdir devam eden uğultusunu bastırıyor bir an.

Karanlık, inanılmaz bir sıcak, acı ve havasızlık…


Ateş değdiği her yeri yakıyor. Kömür karası kocaman gözleri daha da açılmış olan on iki yaşındaki Koray, sımsıkı sarılmış ablası Menekşe’ye. Üç telli curanın ustası Nesimi Çimen eşinin başını göğsüne bastırmış, yoğun duman ve ateş arasından bir çıkış yolu arıyor. Daha birkaç saat önce “Şimdi bizi burada öldürseler ne olur?” diye soran arkadaşına “Kalanlar ölenler için şiirler yazarlar” diyen Metin Altıok, bitkinlik hissi ile kıvrıldığı koridorda derin bir uykuya dalmak üzere. Merdivenlerde ve koridorlarda toplanmış olan ozanların, âşıkların, yazarların, Semah dönen kızların ve çocukların beş dakika süren tiz çığlıkları, çaresizce kaçışmaları ve sonra çıldırtan bir sessizlik, ölüm sessizliği…

Türküler, şiirler, yazılar ateşe düşmüş ve insanlığın ak yüzüne kara bir duman çökmüştür artık Sivas Madımak Oteli’nde. Behçet Aysan’ın bir tıp fakültesi öğrencisi olan “Jose Antonio”nun2 öyküsünü yazan kalemi ve Hasret Gültekin’in “dünya alışkanlıktan değil de, sevgi ve mutluluktan dönsün diye" çaldığı bağlaması yanmaktadır bir köşede…

Tarih 2 Temmuz 1993’tür…

Laikliğe, özgür düşünceye, Cumhuriyet’e ve demokrasiye karşı ayaklanmış binlerce barbar, tekbir getirerek, tüm dünyaya bir katliam belgeseli seyrettirircesine otuz üç insanı diri diri yakmıştı o gün Sivas’ta.

Nesimi’nin derisini yüzenler, Pir Sultan’ı asanlar, bağ bıçağıyla Kubilay’ın başını bedeninden ayıranlardı o binler. 6-7 Eylül 1955’de ellerinde kazma, balta ve sopalarla İstanbul’daki azınlıklara ait ev ve işyerlerini yakıp yıkanlar, Maraş’ta Esma Suna ve Döndü Ünver’i karınlarındaki bebekleriyle birlikte acımasızca öldürenler, seksen yaşındaki Cennet ninenin gözlerini oyanlar, Çorum’da tıp fakültesi öğrencisi Süleyman Atlas’ı hafif yaralı olarak götürüldüğü SSK hastanesinde tedavi etmek yerine işkence ile katledenler ve Alevi dedesi Veli Solmaz’ı arkadaşı Ahmet Doğan ile birlikte mahalle fırınında diri diri yakanlardı onlar. Sabahattin Ali’den Hrant Dink’e kadar pek çok aydını katleden bu düşünce düşmanları bu kez Sivas’taydılar. Yarın Gazi Mahallesi’nde, Suruç’ta, Ankara Gar Meydanı’nda…

Onlar; sömürgeci patronların, diktatörlerin, zorbaların kuyruğunda dolaşan gerici, ırkçı, cahil cüheladır. Faşizme ve kapitalizme karşı yazan, konuşan ve söyleyen aydınların, sanatçıların, bilim insanlarının varlığına katlanamayan hâkim sınıfın tetikçileridir onlar.

2 Temmuz 1993 günü otuz üç masum insanın bir Orta Çağ ilkelliği ile katledilmesinin nedeni ne Aziz Nesin’in bir gün önce sakin bir üslupla yaptığı ve aslında daha çok Aleviliği eleştirdiği konuşması3 ne henüz açılışı dahi yapılmamış olan “Ozanlar Anıtı” ne de Pir Sultan Abdal Kültür Etkinlikleri’nin Sivas’ta yapılmasıdır. Bu kıyımın asıl nedeni, kendinden önceki ve sonraki kıyımlarda olduğu gibi katledilmek istenenlerin hâkim sınıf tarafından sınıfsal, dinsel, ırksal ayırıma tabi tutulan muhalifler olmasıdır. Çünkü sömürü ve zulüm düzenine itirazı ve eleştirisi olan o muhalifler; ezilenden, emekçiden ve halktan yanadırlar. Laik ve özgür bir yurt isterler. Kitaplar, bilim ve sanat onların yoldaşlarıdır. Mücadeleleri; barış, demokrasi ve insan hakları mücadelesidir. Türk, Kürt, Alevi, Sünni, ne olursa olsun, emekçilerin sınıf mücadelesinde kenetlenmiş olmasını savunurlar. Tüm bunlar elbette ki siyasi otorite ve çıkar ilişkisi içinde oldukları sermaye sınıfı tarafından kabul edilemez. Çünkü onların sermaye ilişkilerini yoluna koymalarının önündeki en büyük engel bu örgütlü sınıf mücadelesidir. Türkiye’nin tarihi de, ne yazık ki bu haklı mücadeleye tahammülü olmayan egemenlerin gerçekleştirdikleri ya da göz yumdukları linç ve katliam örnekleriyle doludur.

Aynı nedenledir ki, masum vatandaşlarını kurtarmak için saatlerce kılını kıpırdatmayan, bir itfaiye arabasını dahi otelin önüne getiremeyen devlet, sonrasında da katliamı görmezden gelmiştir. Devleti yönetenler, yaşamını yitiren namuslu aydınlarımızı, gençlerimizi, çocuklarımızı suçlayarak, olayların onların tahriki ile çıktığını söylemişler, güvenlik güçleri ile saldırganların karşı karşıya getirilmemiş olmasını başarı olarak görmüşlerdir.4 Günümüze kadar da devletin bu tutumunda hiçbir değişiklik olmamış; otel ısrarla utanç müzesine dönüştürülmemiş, davadaki zamanaşımına başbakan, “Milletimiz için, ülkemiz için hayırlı olsun” demiş, yıllardır aranıp bulunamayan davanın bir numaralı sanığı Cafer Erçakmak, 2011 yılında, Madımak Oteli’ne altı yüz metre, karakola beş yüz metre mesafedeki bir evde ölmüş ve sessiz sedasız defnedilmiştir.

Bu adaletsizlikler nedeniyle, yobazların yirmi dokuz yıl önce Sivas’ta tutuşturduğu barbarlık ateşi hâlâ yüreklerimizde yanmaya devam ediyor. Sivas’taki ateşi körükleyerek Türkiye’yi yakan zihniyet bertaraf edilmedikçe ve Madımak utanç müzesine dönüştürülmedikçe içimizdeki yangın hep devam edecek.

1- Şairin “Bu Aşk, Bu Şehir, Bu Keder” isimli şiirinden.
2- Şairin “Beyaz Başörtülü Kadınlar” isimli şiiri.
3- Aziz Nesin 1 Temmuz 1993 tarihinde yaptığı konuşmasında Pir Sultan Abdal’ı kastederek, “Ben genelde 400 yıl önceki ne olursa olsun, en doğru sözler olsun, bugün aynen onların yürürlükte kalmasından yana değilim… Ben saza da karşı bir insanım. Bu saz böyle devam ettikçe Türk milleti ileri gidemez… Bu sazı alıp da Pir Sultan Abdal’ın demeleriyle çalarsak bu olmaz; hiçbir ilerleme olmamış demektir” demiştir.
5- Katliamın ertesinde Cumhurbaşkanı Demirel, Başbakan Çiller, İçişleri Bakanı Gazioğlu ve ANAP Genel Başkanı Yılmaz’ın sözleri.