O yıllar dil öğreneyim diye Brighton’dayım. Darı darına geçinen İstanbul’daki evden para gelemez olunca, ne yapacağım, başladım çalışmaya. Bulaşık yıkama, fabrika işçiliği, wc temizleme gibi İngiliz centilmenleriyle leydilerinin kendilerine hiç yakıştıramadıkları, üçüncü dünya ülkesi vatandaşlarını öldürmese de ayakta tutacak denli ekmek kazanıldığı işler… Görünüşte saygınsındır da. Hela temizliyorsun diye sana “lan zafer” demiyor, “Mr.Diper” diyor ücretini öderken falan kandırıkcılar… Ağır mı ağır öldüresiye yorucu o metal fabrikası hele, hiç unutulmaz. Kaynar kazanların karşısında ellerimde eldiven, gürültüden sağır olmayalım diye kulaklarımızda tıkaç…  Oysa rahattı dil okulundaki günlerim. Mr.Mason, benden genç bir öğretmen, Beatles parçalarıyla işliyor dersi. Sonradan birlikte tiyatro yapma istemimize gelince, bu da inanılmaz bir anı şimdi. 16 yaşlarımda oynadığım Edward Albee’nin Hayvanat Bahçesi oyununu yapmaya karar veriyoruz. Bende İngilizce Tarzanca, onda da oyunculuk hak getire. O, İngilizcesini nasılını söylüyor, ben de eylemsel anlamda “şöyle böyle yap” diyorum… Çalışırken bunalıma girdiğimiz günler çok. Zor mu zor bir durum. Sonuçlandıramadık bu çabayı, uçukluğuyla yarım kaldı. Ama birlikteliğimiz sürdü Mason’la. Brighton Film Theatre’da (sinematek gibi bir yer) “önemli bir film var,” deyince ben de gidiyorum oraya. Salonda sekiz on kişi…ve Elvira Madigan başlıyor… Mozart’ın 21 no.lu piyano konçertosu eşliğinde doğayla bütünleşen sevisel bir sürecin giderek çıkmaza sürüklenişini konuşmaların en aza indirgendiği şiirsel bir dille anlatan İsveçli yönetmen Bo Widerberg’in nasıl bir filmidir o öyle?! Sonra bir bakıyorum kente Marcel Marceau geliyor. Bilmez miyim, dünyada Sözsüz Oyun(Pantomim) denilince akla ilk gelen… Biletimi on beş gün önceden alıyorum ve gittiğimde görüyorum koca salonda her yer dolu, yanlarda ayakta izleyiciler… diye böyle söyleşirken, Tevfik Yalçın “Bunları yazsana!” diyor. Gazetede yayınlandıktan sonra yazılarıma yer veren “Evetbenim.com” adlı nitelikli kültür-sanat sitesinin yöneticisi-emekçisi sanatçı bu değerli dostu kırmak olanaksız… “Peki!” deyince o sürdürüyor: “Bir de çağdaş dans diyordun…” “Ya da çağdaş bale…” diyorum, “Pina Bausch, Maurice Bejart, Jiri Kylian, Sylvie Guillem, Jan Fabre, Decoufle Philippe, Twyla Tharp, Akraham Khan, La La La Human Steps, Netherlands Dance Theatre, The Royal Danish Balet, The Simple Company, Joachim Schloemer Ballet, daha niceleri… Bu büyük yorumcular üzerine yok beden dili, yok bedenin ruhu diye betimlemelere kalkışsam cılız, yetersiz kalacak…” diyorum. “Sanat, dans, tiyatro eğitimi veren kurumlarda bu adlar biliniyor mu?” diye soruyor dostum. “Onu bilemiyorum ama kimi yerlere kimi CD’leri gönderdim,” diyorum. Dans-müzik-sözsüz oyun derken Marcel Marceau’yu anımsıyoruz yeniden… Bir belgeselinde, Micheal Jackson geliyor okula. Ay Yürüyüşü’nü(moon walk) yapıyorlar. Marceau da önerilerde bulunuyor. Ay Yürüyüşü’nün ünü Jackson’ın sevilgenliğinden(popüler) geliyor. Geliştirilmiş olsa da yeni bulgulanmış bir dans devinimi değil. Bill Bailey’den izliyoruz ki daha önce, müthiş! Diğerleri de var: başta Fred Astaire, Sammy Davis Jr. “İki uzaylı” gibi bakıyorum onlara. Yan yana bir fotoğraf: solda Jackson atmış kolunu Marceau’nun omzuna, o da kolunu atmış sağında yanında olmayan birinin omzuna. “Ay yürüyüşü, ileri-geri sağ-sol derken yanılsamalı, algılama karmaşası yaratıyor. Hani geriye gidiyor görünürken ilerliyor gibi sanki.” “Uçmuşlar, aydalar,” diye giriyor Yalçın araya… “Ama biz ayda yaşamıyoruz,” diyorum, baktığımız görüntü bozulagide kızıllaşırken ve yalım yalım ateşlerin içinden çıkan insana benzeyen yaratıkların yüzleri belirginleşirken: Zebaniler! Orda durmuş zaman ve hiç sönmeden yanıyor alevler içinde kent. Zebanilerin sesi Allah Allah çınlatıyor ortalığı: “Söndüremiyoruz bu ateşi!” “Neden bunu istesinler ki?” diye soruyor Yalçın, “Orası cehennem ve onların bir görevi de yakıcılık besbelli…” “Ama unutma, bu başka cehennem: yok etmek için varedilen… ki can alıcı nokta, zebaniler unutulmak ve unutturmak istiyorlar bir süreliğine kendilerini ve yakımlarını.” “Neden?” “Zamanı geldiğinde bir gün yeniden tutuşturabilsinler diye ateşi. Bunu için o eylemde zamanaşımı uygulamasına gereksinimleri var…” “Evet, değişik bir cehennem kurmuşsun kafanda!” “Sanmıyorum!” “Pek dolaylı anlatıyorsun hem…”   “Konu konuyu açıyor da…”  “Sen Sivas’ı anlatmak istiyorsun, yakılan aydınları…” diyor Yalçın kısa bir suskunluktan sonra, “zebaniler de bu eylemi uygulatanlar-uygulayanlar?…” Yanıtlayamıyorum. Bir anda boğazımda bir yumru… Yutkunsam da olmuyor. Konuşmama artık engel…