Bu slogan, özellikle 1960 sonlarından itibaren yaygınlaştı, pek çok yerde slogan ve graffiti olarak görülür hale geldi. Ama “Black is beautiful” sözünü sanıyorum ilk kez Agnes Varda’nın 1968 tarihli belgesel filmi Black Panthers/Kara Panterler’de görmüştüm. Kara Panterler örgütünün lideri Huey Newton’a özgürlük isteğiyle toplanan eylemcilerin son derece keyifli protesto gösterileriyle başlayan filmin bir yerinde, duvarda “Siyah güzel ve onurludur” yazdığını görürüz.


1865’te Amerikan İç Savaşı’nı Lincoln önderliğindeki Kuzey kazandı, böylece kölelik düzeni yasal olarak tamamen ortadan kalktı. Ama pamuk ve tütün üretiminden kazandığı tüm zenginliği kölelerin alın terine borçlu olan Güney eyaletleri, Jim Crow Yasaları olarak adlandırılan bazı düzenlemelerle ırk ayrımcılığını en berbat şekilde sürdürdü. Eh, bir yıl önce sırtında acımasızca kamçı şaklattığım birinin şimdi komşu çiftliğin sahibi olmasını nasıl kabul edebilirim ki?!

Beyazlar ve beyaz olmayanlar için farklı tuvaletler bulunması, siyahların otobüslerde arka koltuklarda oturması zorunluluğu, siyahların seçme ve seçilme hakkı olmaması, beyazlarla aynı eğitim haklarına sahip olmamaları gibi pek çok gündelik dehşet unsuru, 1960ların sonlarına kadar devam etti.
İşte Kara Panterler örgütü bu yüzden çok önemliydi. 500 yıl boyunca yurtlarından kaçırılıp ezilen, aşağılanan, insan bile sayılmayan siyahların diğer ırklardan hiçbir farkının olmadığını, dünyadan önce kendilerine göstermesi gerekiyordu.

***

1970lerde, siyahlar nihayet gündelik yaşamın her alanında görünür hale gelirken başka bir şey oldu: Hem tüketici, hem de bizzat ‘ürün’ olarak kitle kültürü endüstrisinin nesnesine dönüştüler. Disko kültürü ve basketbol gibi alanlar artık siyahlara göre düzenleniyor, sinemada ‘blacksploitation’ (siyah istismarı) filmleriyle parlıyorlardı.

Sonra, özellikle 1980lerde, Kara Panterler’in, Martin Luther King, Elijah Muhammad ve Malcolm X gibi karakterlerin tüm çabalarına rağmen, başka bir şey oldu: Eski takıntı ve kompleksler tekrar su yüzüne çıktı. Arthur Hailey’nin Malcolm X adlı biyografik romanında, genç Malcolm’un ‘alemler’de daha az siyah olabilmek için, kıvırcık saçlarını düzeltmeye çalışırken saçlarını nasıl mahvettiği anlatılır. Bu ‘daha az siyahlık’ çabası bu sefer Michael Jackson, Whitney Huston gibi ünlü isimlerde somutlaşıyordu. Siyahın güzel olduğunu kim söylerse söylesin, özellikle göz önündeki siyahlar bu konuda tereddüt ediyordu.

***

Netflix’in yeni filmi The Strays/Başıboş, işte bu tereddüdün yarattığı sancıları anlatıyor. Belediyede ve diğer kamusal alanlarda insanların kendisine aşağılayarak baktığını düşünen siyah bir genç kadın, “Kuaföre gidiyorum.” diyerek evden çıkar ve bir daha dönmez. Yıllar sonra, bu genç kadını başka bir şehirde oluşturduğu yeni personasıyla görürüz: Zengin bir emlakçıyla evlenmiş, bir lisede müdür yardımcısı olmuş, mahallesinde saygı duyulan, güçlü ve mutlu bir kadın. Ama aslında bu yeni personanın ne kadar kırılgan olduğu yavaş yavaş ortaya çıkar. Bu, kızıyla oğlunun olabildiğince az siyah olması için debelenen, kendi saçlarının afro kıvırcıklığını göstermemek için her gün farklı peruklar takan, yıllar önce kuaföre gitmek için evden çıktığında aslında hiçbir şeyi geride bırakamadığını fark eden, mutsuz ve zayıf bir kadındır.

Sonra, bu pırıl pırıl banliyö hayatında, işçi sınıfından iki siyah genç, tenleri epey siyah ve saçları epey kıvırcık iki kardeş ortaya çıkar. Bu gençler sayesinde, kadının geride bırakamadığı ve asla bırakamayacağı siyahlıkla karşılaşırız.

Film epey olumsuz bir final sahnesiyle bitiyor. Böylece film hem geleneksel dram yapısını parçalıyor, hem de siyahın güzelliğini herkesten önce siyahların kabullenmesi gerektiğini vurguluyor.