Ne zaman sonu geleceği belli olmayan zor bir dönemde yaşıyoruz. Siyaset dost-düşman tanımlamasına dayanan ayrışmalar etrafında tanımlanır. Siyasal parti ve hareketler işaret ettikleri bu düşman karşısında geniş halk kitlelerini kendi liderliklerinin arkasına dizebildikleri ölçüde iktidar iddiasında bulunabilirler.

Türkiye’de siyaset uzunca bir süredir bu tanımlama çerçevesinde siyaset kurumunun öngördüğünün çok ötesinde alt-üst oluşlar yaşıyor. Bu durumun iki önemli nedeni var. Birincisi siyasetin öngördüğü bu dost düşman ayrımının tarafları karışmış durumda; dost ve düşman neredeyse her gün yeniden tanımlanıyor. İkincisi, siyasetin sembolik olarak öngördüğü dost-düşman ayrımının yerini gerçek anlamda bir dost düşman ayrımı almış ve siyasal mücadele de her şeyin caiz olduğu gerçek bir savaşa dönüşmüş bulunuyor.

AKP etrafında tanımlanan iktidar bloğu kuruluşundan başlayarak uzun süre siyasetin ötekisi ve topluma karşı ana tehdit unsuru olarak laik seçkinleri koydu. Bu tanımlamanın iktidarı yeniden üretmekte yetersiz kaldığı 7 Haziran Seçimlerinde ortaya çıktığında, iktidar bloğu “yeni öteki” olarak Kürt siyasal hareketi ve PKK’yı öne çıkardı ve 7 Haziran’da kaybettiğini 1 Kasım seçimlerinde geri aldı.

Ancak son yıllarda iktidar bloğunun tek sorunu ürettiği bu dost düşman ayrımının tıkanması değildi. Daha esaslı bir sorun iktidar bloğu içinde yaşanan ve gün geçtikçe derinleşen çatlamaydı. Çatlamanın en tepedeki ifadesi gerçek babanın/liderin kim olduğu üzerinden çıkan bir anlaşmazlık olarak kendini gösterdi.

Erdoğan ve Gülen arasındaki liderlik anlaşmazlığı dershaneler üzerinden gözler önüne serildi ve 17-25 Aralık soruşturmalarıyla geri dönülmez hale geldi. Bu düşmanlaşma, Gülencilerin yasama, yürütme ve yargı organlarından “temizlenmesi” yönünde yürütülen tasfiye sürecinde siper savaşlarında dönüştü ve nihayetinde ordu içinde tasfiye bekleyen rütbelilerin organize ettiği 15 Temmuz darbe girişimiyle taraflar arasında açık bir meydan savaşı yaşandı.

Darbenin savuşturulması sürecinde, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başarısı geniş toplum kesimlerini harekete geçirebilmesidir. Başta CHP olmak üzere solun demokrasi ve siyasal alana sahip çıkmasının da Gülencilerin yenilgisinde önemli rol oynadığının altının çizilmesi gerekir.

Bu yeni kırılma Erdoğan’ın laik kesimi ötekileştiren stratejisini en azıdan şimdilik pasifleştirmesine yol açtı. Uluslararası ortamda ötekini tanımlama konusunda da strateji değişikliğine gidildiği; Rusya ile ilişkilerin normalleştirilmeye çalışıldığı, Suriye konusunun bile gündemden düştürüldüğü bir durumla karşı karşıyayız. Şimdilerde dış politika gerilimi Gülen’e (kısmen de Kürtlere) destek verdiği söylenen ABD ile yaşanıyor.

Öte yandan Kürtlerin ötekileştirilmesinden vazgeçme konusunda Erdoğan isteksiz. Çünkü içeride asıl düşman olarak gösterilen Gülen(ciler) karşısında toplumu harekete geçirme konusunda önemli hissiyatlardan biri milliyetçilik. Bu nedenle, Gülenciler esas düşman ilan edilse bile, Kürt Siyasal Hareketi ve PKK’nın Gülencilerin bir adım gerisinde düşman olarak gösterilmeye devam edileceği anlaşılıyor.

Kürtleri dışarıda bırakan “milli bütünlük” resmi eksik görünse de, milliyetçilik duygularıyla harekete geçirilen geniş kitleler yanında “darbe yiyen” Ordu’dan kalanların bu konudaki hassasiyetleri dikkate alındığında, Kürt cephesine yönelik bir yumuşama beklemek gerçekçi değil.

Bu durum CHP’yi önemli hale getiriyor. CHP’ye yönelik hassasiyetinin tek nedeni bu olmasa da, Erdoğan açısından Kürtlerin dışarıda bırakıldığı bir durumda, laik kesimlerin ana temsilcisi olarak CHP’nin yakın dönemde düşman kampına konulmaması önem arz ediyor.

Yenikapı mitingi gösterdi ki, bu strateji an itibariyle işliyor. Geniş halk kitleleri Erdoğan liderliğine ve onun temsil ettiği düzene öyle ya da böyle sahip çıkıyor. Ancak gelinen noktada CHP için aynı şeyleri söylemek mümkün değil. Eğer siyaset bir biçimde dost-düşman ayrımı üzerinden yapılacak ve CHP, kendi niyeti ne olursa olsun, bu ayrımda dost tarafa düşmek durumunda kalacaksa, siyaseti nasıl yapacak? Gülen ve Kürtler siyasetin ötekisi olarak belirginleşip, milletçilik siyasal alanda toplumu hareket geçiren asli duygu olmaya devam edecekse, ana muhalefet partisi olarak CHP siyasal alanda kendisine nasıl yer açacak?

Yukarıda da altını çizdiğimiz gibi CHP Gülenci darbeye karşı çıkarak demokrasiye ve siyasal alana sahip çıktı. Ancak siyasal alanı korumanın gereği olarak siyasal alanın içindeki ayrışmaları da koruması gerekiyor. Eğer bu ayrım korunamazsa siyasal alan bir başka biçimde çökmeye başlayacak!