Türkiye sınıflı toplumunu yeniden üreten din, kadın-erkek eşitsizliğini ve kadın bedeni üzerinde erkek egemen düşünceyi ve pratikleri de yeniden üretmektedir.

Siyasal İslam, tahakküm, kadın: Ne yapmalı?
Fotoğraf: Dilara Açıkgöz - csgorselarsiv.org

Gönenç Uysal

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’na göre Haziran 2022 itibarıyla sadece 2022 yılında en az 196 kadın öldürüldü. 2021 yılında 423, 2017’de 351, 2012’de 145, 2008’de 66 kadın öldürüldü. Korelasyon nedensellik anlamına gelmese de son yıllarda rakamların tırmanışa geçmesi, neredeyse her gün en az bir kadının öldürüldüğü anlamına gelen rakamlara ne yazık ki ulaşılması tesadüf olamaz. Kadına karşı şiddet, sınıf-körü feminist bir okumayla özcü bir “erillik” veya “erkek şiddetiyle” de açıklanamaz. Aksi halde, kadınların ve erkeklerin eşit ve özgür bir toplumu dayanışma ile beraberce inşa etme olanağına sahip çıkamayız.


Kadına karşı şiddetin tarihselliği ve toplumsallığı maddi koşullara bakmamızı gerektirir, yani üretim ilişkilerine. “İnsan düşünsel hayatını da maddi hayatını ürettiği gibi üretir”; erillik ve erkek egemenliği de üretim ilişkilerinin üzerinde yükselir. Nitekim tarihte kadın-erkek eşitsizliğinin ve ataerkinin (patriarka) mülkiyetle ve cinsiyete dayalı toplumsal işbölümünde kadının üretime katılımının sınırlanmasıyla beraber ortaya çıktığını görüyoruz. Sınıflı toplumla birlikte ortaya çıkan ataerki kapitalizme de eklemleniyor; hem sermayenin sömürdüğü ucuz işgücü olarak kadın emeği hem de toplumsal yeniden üretim mekanizması ev işlerinin yükünü sırtlanan görünmeyen kadın emeği biçiminde. İşte tam da bu nedenle, kadına dair sorunlar politiktir ve ancak siyasetle çözülür.

Ataerkinin kapitalist toplumlarda aldığı biçim toplumsal formasyonlara göre özgüllükler gösterir. Türkiye dünya kapitalist sistemine eşitsiz ve bağımlı eklemlenmiş bir ülkedir ve toplumsal formasyonunda ataerki dinsel ve kültürel öğelerle iç içe geçmiştir. Bir başka deyişle, Türkiye sınıflı toplumunu yeniden üreten din, kadın-erkek eşitsizliğini ve kadın bedeni üzerinde erkek egemen düşünceyi ve pratikleri de yeniden üretmektedir. Dinin cinsiyete dayalı toplumsal işbölümünü yeniden üretmedeki rolü özellikle güncel kadın sorununu tartışmamız için önemlidir; çünkü mevcut iktidarda ne pahasına olursa olsun piyasalaşma, özelleşme, esnekleşme, ucuz işgücüne dayalı ekonomik sistemi yürütmeye kararlı siyasal İslam vardır.

2000’lerde ve 2010’ların ortalarına kadar siyasal İslam’ın “muhafazakâr kadını”, onun kamusal alana katılımını sağlayarak özgürleştirdiği anlatısı liberal-muhafazakâr çevrelerce savunuldu ve hatta Batı akademisi ve medyasında geniş destek buldu. “Modern mahrem” diye özetleyebileceğimiz bu görüş, siyasal İslam’ın Türkiye gibi Aydınlanma Hareketi’nin “tepeden inme” olduğu toplumlarda alternatif modern yorum sunduğunu ve böylece daha kapsayıcı, daha çeşitliliğe açık ve daha demokratik olduğu temelinde yükseldi. Elbette modernitenin tanrısal ve uhrevi dogmaların akla dayanan sistematik eleştiri ile uyuşmamasının bu görüş için bir önemi yoktu. Kapitalizmin periferilerine “modernliğin aydınlığına karşı tam karanlığı” hak gören bu görüş, siyasal İslam’ın baskısının inkâr edilemez olduğu şimdilerde “eril şiddet” ve “erkek şiddeti” söylemi ile şiddeti ve failleri gizliyor.

Oysa, siyasal İslam’a göre kadın ve erkeğin “fıtrat”ı farklıdır; kadın erkekle “eşit” değildir. Kadın, “korunması gereken” veya “oğlan annesi” ise “hürmet görebilen” ama son raddede hep erkeğin ardından gelen, erkeğin sözünün üstüne söz söyleyemeyendir. Bu saptamaya itiraz edebilecek liberal-muhafazakâr feministlere göre örneğin, bir İslami cemaatten bir kadının, kendi saygı duyduğu “şeyhi ”nin cenazesine katılmasının yasak olmasının, kamusal alanda kendi cemaatinin (community) bir dini pratiğine katılımının kısıtlanmasının, “inanca ve kurala saygı”dan öte bir açıklaması olamaz. Liberal-muhafazakâr feministlerin Yalnız Yürümeyeceksin platformunda da gördüğümüz gibi muhafazakâr baskıya maruz kalan kadınlara ve kız çocuklarına dair söyleyeceği bir sözü de olamaz.

İktidarda olan siyasal İslam’ın kadınlara dayattığı dinsellik; yani kamusal ve özel alanının, meşru iktidarın ve kurallarının ve toplumsal ilişkilerin birtakım dini dogmalarla ve öğretiyle yeniden inşa edilmesi, kadının bedeni ve düşüncesi üzerinde tahakküm kuruyor. Bu tahakküm bizzat devlet aygıtı tarafından kuruluyor ve cemaat ve tarikatlar gibi hem sivil toplumda faaliyet gösteren hem de kadrolaşma ile devlet aygıtının organik bir parçası haline gelen oluşumlarla bu tahakküm yeniden üretiliyor.

Şiddet kapitalizme içkin bir olgudur; sömürü, tahakküm ve rekabet çelişkilerinin üzerinde yükselen bir toplumsal formasyonda şiddet kaçınılmaz. Şiddet sadece fiziksel değildir, psikolojik şiddet de şiddettir; gözdağı verme, meydan okuma, göz korkutma, hepsi şiddettir. Kadına karşı şiddetin failleri vardır, yani cinayet, taciz, tecavüz vb. suçları işlemiş erkekler failler. Öte yandan, öldürülen kadın “Yemek yapmıyordu”, “Başka erkekle ilişkisi vardı”, “Küfür etti” diye fail erkeğin ceza indirimi aldığı, hatta kravat taktı diye ceza indirimi aldığı mahkemeler de kadınlara gözdağı vermekte ve şiddet uygulamaktadır.

Yargının yeniden ürettiği kadına karşı şiddet elbette yasama ve yürütmenin kadına karşı şiddetinden bağımsız olarak düşünülemez. Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi bunun en açık örneğidir. Kahkaha atan kadının “iffetsiz” olduğunu, tecavüz sonucu hamile kalan kadının “kürtaj yaptırmaması” gerektiğini, “örtüsüz” kadının “kiralık veya satılık” eve benzediğini düşünen zihniyet, yasa koymakta ve yasaları yürütmektedir. Bu siyasi konjonktürde, müftülere resmi nikâh yetkisi verilmesi, aile hukukunda zorunlu arabuluculuğun uygulamaya konulması gibi talepler ve tartışmalar, siyasal İslam’ın “gündem değiştirme” taktiğinden ziyade laik medeni hukuku kâğıt üzerinde de şeriat ile değiştirme çabasından başka bir şey değildir. Avrupa’da bile seküler kadın hareketinin, kadınların zorla evlilik veya adil olmayan boşanma ile istismar edildiği için çoklu hukuk sistemini protesto ettiği ve laik hukukun tüm vatandaşlara eşit uygulanmasını talep ettiği bir dönemde Türkiye’de şeriat talepleri gericiliktir.

Liberal-muhafazakâr kesimin Türkiye’ye hak gördüğü gericiliğin karanlığını yırtıp atmak ve aydınlığı kurmak ancak sınıf kavgası ile birleşmiş bir kadın hareketi, yurttaşlık hakları ve laiklik için verilen mücadele ile olur. Kadın-erkek eşit iş-eşit ücret mücadelesi; kadının üzerindeki ev işini kaldırmaya yönelik devlet kreşleri ve yaşlı bakımevleri mücadelesi; laikliğin din ve dünya işlerinin ayrılması ve vicdan özgürlüğü (dini inancı ve dinsizliği/inançsızlığı kapsayan) şeklinde yasama-yürütme-yargıda ve kamusal ve özel alanda karşılık bulması mücadelesi; eğitim (kız çocuklarının okula gönderilmesi), sağlık (kadınların ayrımcılığa uğramaması), ulaşım (kadınların kamusal alana eşit katılımı) gibi alanların kurucu ilkesinin laiklik olması mücadelesi; bu mücadeleler birbiriyle bağlantılıdır ve bağlantılandırılmalıdır.

Türkiye’nin emekçi ve bağımlı sınıf kadınları, aydınlık yarınları hak etmektedir ve hak ettikleri aydınlığı emekçi ve bağımlı sınıf erkeklerle aynı mücadele saflarında yer alarak kuracaklardır.