2017'deki Anayasa Referandumu’yla geçilen Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi ile Birinci Meclis’in yasamanın mutlak üstünlüğüne dayalı Meclis hükümet sistemi karşılaştırıldığında, yeni sistemde yürütmenin üstünlüğü ilkesine geçildiğini belirtebiliriz. Meclis’in yasama yetkilerini tutmakla beraber bir kısmını Cumhurbaşkanı ile paylaştığını, yürütmeyi denetleme yetkilerini ise büyük ölçüde kaybettiğini ve yeni sistemde Cumhurbaşkanı makamının siyasal otoritenin biriktiği en güçlü makam olduğunu söyleyebiliriz.

Siyasal otorite Meclis’ten Cumhurbaşkanlığı’na geçti

BirGün PAZAR

23 Nisan 1920’de açılan Meclis 100’üncü yılını geride bıraktı. Bu yıl yapılan törene AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan katılmadı. Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden Doç. Dr. Nurşen Gürboğa ile hem Meclis’in açıldığı dönemki koşulları hem de bugününü konuştuk. Gürboğa başkanlık sistemiyle Cumhurbaşkanlığı makamının Meclis’in üstüne geçtiğini aktardı. Kurtuluş Savaşı’na ilişkin de değerlendirmelerde bulunan Gürboğa, savaşın antiemperyalist olduğu kadar antimonarşist bir niteliği olduğunu ifade etti.

► Açılışının 100. yılından bakıldığında Büyük Millet Meclisi’nin, temsili demokratik niteliğini oluşturan koşullar nelerdi?
Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşuna giden yolda Birinci ve İkinci Meşrutiyet’in siyasal temsil alanında yarattığı demokratik birikim önemli kaynaklardan biridir. Özellikle 1908 Devrimi sonrasında anayasal parlamenter bir rejim kurulmuş, seçimler, partiler, dernekler aracılığıyla demokratik temsil mekanizmaları oluşturulmuş, bu koşullarda siyaset yapan kadrolar 1919’a gelindiğinde Anadolu’daki direnişi temsili demokratik kurumlara dayandırarak örgütleme tecrübesine sahip olmuşlardır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminden 1919’a aktarılan siyasal birikimin bir diğer ayağını da yerel idareler oluşturmuştur. Tanzimat dönemiyle birlikte önce taşra idare meclislerine ardından da belediyelerin kurulmasıyla belediye meclislerine seçim ve temsil esası girmiştir. Osmanlı son döneminde hem parlamento hem de yerel yönetimler düzeyinde oluşan demokratik kurumsal birikim, 1919 yılından itibaren Milli Mücadele’nin siyasal olarak örgütlenmesini ve bu örgütlenmenin Büyük Millet Meclisi bünyesinde merkezileşmesini kolaylaştırmıştır.

Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşunu mümkün kılan koşullardan bir diğeri de savaş sonrası uluslararası konjonktürdür. Bu dönem Almanya, Avusturya-Macaristan, Rusya ve Osmanlı İmparatorluğu olmak üzere dört büyük imparatorluğun dağıldığı, kapsadıkları geniş coğrafyalarda büyük bir iktidar boşluğunun oluştuğu bir dağılma dönemi, aynı zamanda da bir devlet kurma ve rejim inşası dönemidir. Batı’da savaşı takip eden kısa dönemde Wilson Prensipleri çerçevesinde yeni ulus devletler ve parlamenter demokratik rejimler kurulurken Rusya’da da 1917 Bolşevik İhtilali’ni takiben siyasal iktidarı emekçi sınıflara dayandıran sosyalist bir rejim kurulmaktadır. Ankara’da yeni bir siyasal merkezin, Büyük Millet Meclisi gibi demokratik parlamenter bir temsil kurumunun etrafında oluşması Avrupa’da savaş sonrasında ortaya çıkan parlamenter demokratik rejimlere dayalı ulus devlet inşası dalgasının bir parçası olarak görülebilir.

Osmanlı İmparatorluğu da 30 Ekim 1919’da imzalanan Mondros Mütarekesi’ni takiben hem bir dağılma hem de yeni bir devlet kuruluşu ve rejim inşası sürecine girer. Bu dönem Türkiye tarihinde işgal ve direnişin birlikte örüldüğü, siyasal merkezin çökmesiyle büyük bir iktidar boşluğunun oluştuğu, eş zamanlı olarak yeni siyasal imkânların doğduğu, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin çeşitli unsurları, yerel direniş örgütleri, Anadolu Solu ve nihayetinde Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğinde adım adım merkezileştirdiği Anadolu direniş hareketinin kendi kurtuluş stratejileriyle sahneye çıktıkları, çoğulcu olduğu kadar, büyük bir siyasal canlanmanın hüküm sürdüğü bir dönemdir.

Bu dönemde direniş yanlısı çeşitli çevreler, işgale karşı siyasal ve askeri olarak örgütlenebilmek ve halk nezdinde meşruiyet kazanmak için demokratik temsil mekanizmalarına çok önem vermişlerdir. Örneğin işgal edilen ya da işgal tehdidi altında olan bölgelerde hızla yerel direniş örgütleri kurulmuş, bu örgütler temsile dayalı yerel kongreler gerçekleştirmiş ve kongrelerden çıkan kararlar doğrultusunda bölgelerinde siyasal, idari ve askeri güç haline gelmişlerdir. Mustafa Kemal Paşa’ya Milli Mücadele’nin liderliğini açan Erzurum Kongresi de 23 Temmuz 1919’da Erzurum ve Trabzon yerel direniş örgütlerinin iş birliği ile düzenlenmiş, vilayetler delegeler düzeyinde temsil edilmiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın öncülüğünde 4 -11 Eylül 1919’da toplanan Sivas Kongresi de benzer bir demokratik temsil mekanizması fikriyle toplanmış, yerel derneklerin merkezi bir çatı altına alınması için atılan ilk büyük adımdır. Nitekim kongre sonucunda Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kurulmuştur.

Siyasal temsilin yerel kongrelerden millet meclisine evirildiği ilk durak 1919 sonlarında gerçekleşen Mebusan Meclisi seçimleridir. Seçimlerin ardından 12 Ocak 1920’de İstanbul’da toplanan son Osmanlı Mebusan Meclisi’nin en önemli faaliyeti kuşkusuz Misak-ı Milli’yi kabul etmesidir. 16 Mart 1920’de İtilaf Devletleri’nin İstanbul’u işgali takiben Meclis’i basmalarının ardından Meclis mevcut koşullarda çalışamayacağından faaliyetlerine son vermiştir. Meclisin dağılmasından sonra siyasal temsilin son durağını, yine seçim esasıyla oluşturulan ve 23 Nisan 1920’de Ankara’da toplanan Büyük Millet Meclisi oluşturmuştur.

► 1920 itibariyle Meclis'teki temsiliyeti nasıl değerlendirirsiniz?
Birinci Meclis üyelerinin önemli bir kısmı yeni seçilmiş mebuslardan oluşurken bir kısmı da dağılan son Osmanlı Mebusan Meclisi’nden gelmiştir. Bununla birlikte gayrimüslimlerin seçimlere katılmaması sağlanarak Meclis'in dışında bırakılmışlardır. Aynı şekilde kadınlar da henüz seçme ve seçilme hakkı kazanamadıkları için mecliste temsil edilmemişlerdir. Her iki grup da 1935 yılı seçimleri ilke toplanan TBMM’de temsil imkânı bulacaklardır. Bunun dışında mebuslar siyasi yelpazenin çeşitli uçlarından gelmişlerdir. 1921 yazına kadar, Halk Zümresi, Islahat grubu, Türkiye Komünist Fırkası, Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası gibi isimlerle çeşitli gruplar ve partiler Meclis'te yer almıştır. 1921’in ilk baharında ise Mustafa Kemal Paşa kendisine yakın mebuslardan A-RMHC grubunu kurar. 1922 yılı temmuz ayında da muhalif milletvekilleri aynı adı sahiplenerek ikinci A-RMHC grubunu kurarlar. Böylece Birinci Grup ve İkinci Grup olarak adlandırılan bu iki grup Meclis'in dağılmasına kadar canlı bir iktidar muhalefet ilişkisi sürdürmüşlerdir.

Meclis’te çeşitli görüşlerin temsil imkânı bulması, sınırsız ve özgür tartışma ortamı Birinci Meclis’in Türkiye’nin en demokratik meclislerinden biri olmasını sağlamıştır. Birinci Meclis üzerine en kapsamlı çalışmaları yapan Ahmet Demirel’in araştırmalarına göre Meclis'in yerellik açısından da temsil gücü hayli yüksektir. Her beş milletvekilinden üçü doğdukları vilayetleri temsil etmektedir. Bunun yanı sıra Meclis, meslek grupları itibariyle de çoğulcu bir yapı arz eder. Meclis’teki en ağırlıklı grubu çiftçi-tüccarlar oluştururken onları memurlar, askerler, hukukçular ve din görevlileri takip eder. Toplumun alt katmanlarını oluşturan köylüler ve işçiler ise doğrudan temsil imkânı bulmamış görünmektedirler. Yine de toplumsal sınıflar arasında geniş bir koalisyona dayalı bir Meclis olduğundan söz edebiliriz.

► Bugünkü Meclis ile 100 yıl önce açılan Meclis aynı durumda mı? Başkanlık sistemiyle Meclis'in 'önemsizleştirildiği' eleştirileri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Birinci Meclis, her şeyden önce olağanüstü bir dönemde kurulmuş, olağanüstü yetkilere sahip bir meclistir. Hem işgal güçlerine karşı verilen Kurtuluş Savaşı’nı yönetmiş ve zaferle sonlandırmıştır hem de savaş sonrası kurulacak Cumhuriyet rejiminin temellerini atmıştır. Daha ilk günlerinde yasama ve yürütme erkinin Meclis'in elinde toplandığı kuvvetler birliği, dolayısıyla Meclis üstünlüğüne dayalı hükümet sistemi benimsenmiştir. Buna göre Meclis sadece yasama erkine sahip değildir, kendi içinden seçtiği ve Meclis'in memurları olarak tanımladığı vekillerden oluşan bir Heyet-i Vekile aracılığı ile yürütme erkini de üstlenmişti.

Yani klasik anlamda bir kabine sisteminden söz etmek mümkün değildi. Birinci Meclis yasama ve yürütme erkinin yanı sıra kısmen de olsa yargı erkini de elinde tutuyordu. 11 Eylül 1920’de asker kaçakları sorununu çözmek için kabul edilen 'Firariler Hakkında Kanun' Meclis’e seçeceği üç mebustan oluşacak İstiklal Mahkemeleri kurma yetkisini vererek yargı erkini de tanımış oluyordu.

20 Ocak 1921’de kabul edilen Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, Meclis'in üstünlüğüne dayalı güçler birliği ilkesini anayasal düzeyde tanımladı. Kanun, yasama ve yürütme yetkisi yine Meclis'e vermiş, Türkiye devletinin TBMM tarafından yönetildiği ve adının TBMM hükümeti olduğu belirterek yeni kurulan devleti meclisi ile tanımlamış oluyordu. Yine yürütme organı güçler ayrılığı sisteminde olduğu gibi kendi yetkileri bulunan bir bakanlar kurulu -kabine değil, yasama organının vekili olan bir İcra Vekilleri Heyeti’dir. Böylece 1921 Anayasası’nda da yasamanın üstünlüğü kıskançlıkla korunmuştur. Nitekim İkinci Grubun, Birinci Gruba yönelik eleştirileri arasında heyet-i vekilenin bazı uygulamalarla yasama ve yürütme erkine sahip Meclis'in üstünlüğü ilkesini ihlali sıklıkla yer alıyordu. 2017'deki Anayasa referandumuyla geçilen Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi ile Birinci Meclis’in yasamanın mutlak üstünlüğüne dayalı Meclis hükümet sistemi karşılaştırıldığında, yeni sistemde yasamanın üstünlüğü ilkesinden yürütmenin üstünlüğü ilkesine geçildiğini, Meclis'in yasama yetkilerini tutmakla beraber bir kısmını Cumhurbaşkanı ile paylaştığını, yürütmeyi denetleme yetkilerini ise büyük ölçüde kaybettiğini ve yeni sistemde Cumhurbaşkanı makamının siyasal otoritenin biriktiği en güçlü makam olduğunu söyleyebiliriz.

siyasal-otorite-meclis-ten-cumhurbaskanligi-na-gecti-722460-1.
Büyük Taarruz’un 1922 sonbaharında Yunan işgaline son vermesi, 11 Ekim 1922’de Mudanya ateşkes anlaşmasının imzalanmasını takiben Lozan kentinde yapılacak barış görüşmeleri için hem İstanbul hem de TBMM hükümetinin davet edilmesi ile 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırılarak Osmanlı Devleti’ne hukuken son verildi. Her ne kadar Anadolu hareketi söylemsel düzeyde padişaha karşı bir hareket olarak kendisini tanımlamasa da yasal- kurumsal düzeyde anti monarşist bir harekete dönüşmüş ve nihayetinde cumhuriyete dayalı bir rejimin temellerini atmıştır.

***

Antiemperyalist ve antimonarşistti

► Kurtuluş Savaşı sadece emperyalizme karşı verilen bir mücadele miydi? Kurtuluş Savaşı'nı aynı zamanda padişaha karşı verilen bir mücadele olarak da değerlendirebilir miyiz?
Kurtuluş Savaşı kuşkusuz bir yandan işgalci güçlere karşı verilen anti emperyalist bir mücadeleydi bir yandan da hakimiyet-i milliye ilkesine, bir diğer değişle halk/millet egemenliğine dayalı bir idare şekli olarak cumhuriyet rejiminin temellerinin atıldığı bir dönemdi. Ancak cumhuriyet rejimine gidilen sürecin başlangıcında Mustafa Kemal Paşa, Anadolu hareketine meşruiyet kazandırmak, halkı seferber edebilmek ve direniş örgütlerini merkezileştirmek için saltanat ya da hilafet karşıtı bir tutumdan özenle kaçınmıştır. Ancak daha 1919 yılından itibaren Mustafa Kemal Paşa’nın direnişin başarıya ulaşması halinde cumhuriyete dayalı bir idare kurma perspektifi vardır. Halk egemenliğine dayalı cumhuriyet rejiminin temellerinin Birinci Meclis’in açılışından Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun yapımına kadar olan süre içinde atıldığını, bu süre içinde de açık bir saltanat karşıtlığının izlenmediğini söyleyebiliriz. Buna karşın yeni rejimin hukuki temelleri atılmaktadır. 23 Nisan 1920 itibariyle yasama ve yürütme yetkilerinin Meclis'te toplanması, Meclis’in mebuslar arasından seçtiği bir heyetin icra işlerini yürütmesi, Meclis Başkanı'nın heyetin başkanı olması zaten İstanbul’da Sultan’dan ve hükümetten bağımsız bir siyasal merkezin oluştuğunu ilan ediyordu. İstanbul’un işgal altında olması ve Sultan’ın da esir olması, Sultan’ı meşru iktidar merkezi olmaktan çıkartıyordu. Bu nedenle Mustafa Kemal Paşa’nın Nutuk’ta belirttiği üzere bu esaslara dayalı bir hükümet şekli adı konmasa da milli egemenliğe dayalı bir cumhuriyetti.

Cumhuriyet rejimini adı konmadan tanımlayan ana metin ise 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’dur. Kanun daha Osmanlı Devleti resmen son bulmadan bir Türkiye Devleti’nden söz eder ve bu devletin Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunduğunu söyler. Kanun egemenliğin kayıtsız şartsız millette olduğunu söyleyerek zaten Sultan’ın egemenlik iddiasını tümüyle ret eder. Böylece yine adı konulmadan halk egemenliğine dayalı bir cumhuriyet rejimi tarif edilmiş olur.

Ankara ile İstanbul arasındaki ilişkilerin özellikle 1921 yılında bozulması da padişahın meşruiyetini büyük ölçüde azaltır. Saray’ın Anadolu hareketini bir İttihatçı komplosu olarak görmesi, Damat Ferit Paşa hükümetlerinin Anadolu hareketine karşı düşmanca tutumu, Meclis kurulmadan hemen önce padişahın şeyhülislama bir fetva yayımlatarak Anadolu hareketini padişaha karşı gayri meşru bir isyan olarak nitelendirmesi, 4 Mayıs 1920’de Mustafa Kemal Paşa ve yakın arkadaşlarının idam cezasına çarptırılmaları, Anadolu’da 1920 ve 1921 yıllarında Milli Mücadele’ye karşı ayaklanmaların bir kısmının padişah ve İstanbul hükümeti tarafından kışkırtılması İstanbul merkezli iktidarın ve saltanatın meşruiyetini büyük ölçüde azaltmıştı.

Büyük Taarruz ’un 1922 sonbaharında Yunan işgaline son vermesi, 11 Ekim 1922’de Mudanya ateşkes anlaşmasının imzalanmasını takiben Lozan kentinde yapılacak barış görüşmeleri için hem İstanbul hem de TBMM hükümetinin davet edilmesi ile 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırılarak Osmanlı Devleti’ne hukuken son verildi. Özetle, her ne kadar Anadolu hareketi söylemsel düzeyde padişaha karşı bir hareket olarak kendisini tanımlamasa da yasal- kurumsal düzeyde antimonarşist bir harekete dönüşmüş ve nihayetinde cumhuriyete dayalı bir rejimin temellerini atmıştır.