“Kemalist bir ordu var. Bu ordu Cumhuriyet tarihi boyunca dini yapılarla mücadele etti” tespiti doğru değil. 1960’lardan itibaren ordu sermayeyle beraber yükselen sol hareketlere karşı, özellikle işçi ve öğrenci hareketlerine karşı cemaat ve diğer dini yapılarla ittifak içinde.

Siyaset bilimci Behlül Özkan: Dini yapıları her zaman devlet destekledi

BirGün PAZAR

Türkiye’de tarikatlar ve cemaatler Cumhuriyet tarihi boyunca varlıklarını sürdürdüler. Bu durum özellikle Demokrat Parti’yle birlikte başlayan sağ iktidarlarla tarikatların ittifakına dönüştü. 60’ların ortalarından itibaren yükselen sol dalganın karşısına ise devlet tarafından İslamcılar çıkarıldı.

ABD ile kesintisiz bir ittifak halinde yürüyen Türkiye sağı eliyle 12 Eylül’ün ardından çok ciddi bir biçimde tarikatlar ve cemaatler yükseldi, kendilerine alan buldu. AKP iktidarında ise bu durum zirve yaptı. Öyle ki devlet içinde yapılan operasyonlar bir İslamcı tarikat olan Gülen yapılanması eliyle yürütüldü. Bu süreç 15 Temmuz 2016’da Gülencilerin darbeye kalkışmasıyla sonuçlandı.

Siyaset Bilimci Doç. Dr. Behlül Özkan ile Türkiye sağının bu yapılarla kurduğu ittifakları, ABD’nin bundaki etkisini ve son olarak alınan Ayasofya kararını konuştuk.

► Tarikat ve cemaatler bir karşı devrimci unsur olarak Cumhuriyet dönemi boyunca varlıklarını çeşitli biçimlerde sürdürdüler. Ancak 1950’lerden sonra devlet de çeşitli düzeylerde bu kesimleri sola karşı teşkilatlandırdı. 1966’da Cemal Tural’ın “Komünizmle Mücadele Metotları” kitabını askeri okulların ders programı içinde aldığını biliyoruz. Derin devlet ile bu yapıların ilişkisini nasıl görmeliyiz?
Öncelikle Türkiye’de dinin sola karşı kullanılmasının Demokrat Parti’yle değil, 1945 sonrasında CHP ile başladığını düşünüyorum. Özellikle Türkiye solunda yaygın olarak kullanılan ‘Karşı devrim süreci Demokrat Parti’yle başladı’ ibaresi doğru değil. CHP’nin 1945-50 dönemlerine baktığınızda komünizmle mücadele, solla mücadele, muhalefetin kontrol edilmesi adı altında dinin enstrümantalize edilmeye başladığını görüyoruz. Tabii Demokrat Parti dönemi ve özellikle 1960 Darbesi sonrasında da dini yapıların, cemaatlerin, tarikatların sıklıkla solla mücadelede devletle ittifak içinde olduğunu görüyoruz. Yani şunu söylemek gerekiyor: Türkiye’de sıklıkla doğru bilinen yanlışlardan biri de “Türkiye’de seküler, Kemalist, laik bir ordu var ve bu ordu bütün Cumhuriyet tarihi boyunca cemaatler ve tarikatlarla mücadele etti.” Bu kesinlikle Türkiye Cumhuriyet tarihinin en azından 1950 sonrasını açıklamıyor. Ordunun siyasi konumunu 1950 Soğuk Savaş döneminde tespit edecek olsam, asla “Laik ve Kemalist bir kurum, cemaatlere ve tarikatlara karşı mücadele ediyor” demem. Tam tersine özellikle 1960’lardan itibaren ordu sermayeyle beraber yükselen sol hareketlerine karşı, özellikle işçi ve öğrenci hareketlerine karşı Türkiye İşçi Partisi’nin de kurulmasıyla birlikte cemaat ve diğer dini yapılarla ittifak içinde. Müttefiklik ilişkisi içinde yükselen sola karşı mücadele ediyor. Bu Türkiye’de sağın sıklıkla kullandığı şu teşhis de doğru değil, çevrede İslami, dini yapılar var ve bu cemaatler merkezdeki Kemalist, laik grup ordu ve otoriter yargı kurumlarına karşı demokrasiyi temsil ederek merkeze yürüdüler. Bu Şerif Mardin’in teziyle örtüşüyor. Bu da kesinlikle Türkiye’nin gerçekliğiyle örtüşmüyor. Bunun tam tersine sosyolojik anlamda çevreyi temsil eden öğrenci ve işçi hareketleri, büyük kentlerin gecekondularında örgütlenen sol hareketleri bastırmak için din Türkiye’de merkezden örgütlenerek çevreyi kontrol altına almak için kurulmuş bir yapı. Şerif Mardin’in söylediğinin tam tersi geçerli Türkiye siyaseti için.

► 1970’lerde Bugün’ün başyazarı M. Şevket Eygi, “NATO’ya hayır ha! Allah hepinizin belasını versin” diyordu. İslamcıların ABD ile bu ilişkisini nasıl değerlendirirsiniz?
Az önce anlattığım yapılanma Türkiye’de, solla mücadele adı altında kurulan, ordunun çok önemli rol oynadığı ve bu İslami cemaatlerle müttefiklik ilişkisine girilen antikomünist Soğuk Savaş yapılanması Türkiye’ye istisnai bir durum değildi. Bütün NATO üyeleri içinde solla mücadele adı altında bu tür yapılar, müttefiklikler, birliktelikler kuruldu. Avrupa’ya baktığımız zaman Katolik kilisesinin Türkiye’deki cemaatler gibi çok önemli bir rol oynadığını görüyoruz. Türkiye istisnai bir NATO üyesi değildi bu anlamda. Türkiye’nin farklı bir yanı vardı tabii, onun altını çizmek lazım. Türkiye, Sovyetler Birliği’nin hemen yanı başında bulunan, dolayısıyla NATO ittifakı içinde güvenlik ve istihbarat kurumları son derece ön planda olan bir yapılanma. Türkiye demokrasisi değil; ordu, istihbarat teşkilatları gibi güvenlik yapıları çok ön plandaydı. 1960 Darbesi’nden sonra solun yükselmesiyle birlikte cemaatler ve bu gibi yapılarla birlikte bir oluşum içine girildiğini biliyoruz. Mehmet Şevket Eygi de burada kilit rol oynayan bir isim. Şöyle ki, Şubat 1969’daki Kanlı Pazar’da… Solla mücadele adı altında birtakım kitlelerin harekete geçirilmeye başlandığı önemli bir dönüm noktası. Ama Mehmet Şevket Eygi’nin karanlık ilişkiler içine girmesi, birtakım yabancı istihbarat örgütlerinin de içinde bulunduğu tarihi 1969’dan çok daha geriye gidiyor. 60’ların son dönemi 61 yılına kadar götürebiliyorum. Solla mücadele adı altında kurulan antikomünist örgütlenme ve yabancı istihbarat örgütlerinin de etkisinde olan bu örgütlenmenin kuruluş tarihi 60,61 gibi. Mehmet Şevket Eygi bu yıllardan itibaren Yeni İstiklal gazetesi adı altında bir gazete çıkardı. Bu gazetenin yayınlarına baktığınız zaman o kadar çarpıcı başlıklar, resimler, grafikler görüyorsunuz ki o haritaların, grafiklerin, başlıkların, resimlerin Türkiye’de tek başına kullanılması mümkün değil. Mutlaka yabancı istihbarat servislerinin etkisi altına girdiği görülüyor. Dahası, Mehmet Şevket Eygi, yine Müslüman Kardeşler’in Ortadoğu’da etkili olduğu Dünya İslam Kongresi adı altında bir konferansa katılıyor 60’lı yılların başında. Burada Sait Ramazan gibi Müslüman Kardeşler’le yakın ilişkiler içerisinde olan bir isim var. Dolayısıyla Eygi’nin Türkiye ve Ortadoğu’daki yabancı istihbarat servislerinin de etkisi altında bulunan antikomünist mücadele içerisine girmesi 60’ların başına kadar gidiyor. Bunun sonucunu Kanlı Pazar’da net olarak görüyoruz.

► 1980’de darbecilerin Gülen’i kolladığı biliniyor. Siz buna o dönemki devletin derin bir ilişki ile Müslüman Kardeşleri de desteklemiş olabileceğini yazdınız. Bu tespitinizi biraz açar mısınız?
1960’lı yılların ilk yarısından itibaren Türkiye’de solla mücadele adı altında dediğim gibi antikomünist bir örgütlenme var. Bunların içinde birtakım cemaatler, Eygi gibi birtakım yazarlar var. Fetullah Gülen’in, yine Nurcuların önemli bir ismi Yaşar Tunagör’ün bu örgütlenmenin içine 1960’lı yılların ilk yarısında dahil olduğunu biliyoruz. Bütün bu örgütlenmelerin içinde Fuat Doğu gibi Milli İstihbarat Teşkilatı’nın (MİT) başkanlığını yapmış çok önemli bir isim var. Onun da kontrolü altında oluyor bu. 1960’larda Türkiye’de MİT’in denetimi altında Seyyid Kutup gibi Müslüman Kardeşler’in önde gelen isimlerinin eserlerinin Türkçeye çevrildiğini görüyoruz. Adeta sola karşı Türkiye’de devletin merkezi tarafından antikomünist bir yapılanmada cemaatlerin ve yapılanmaların kullanıldığını görüyoruz. 1970’li yıllara geldiğiniz zaman devletin merkezinde bu konuda bir anlaşmazlık çıkıyor. Müslüman Kardeşler’in, yani Ortadoğu’daki İslami hareketlerin etkisi altında bir İslami yapılanmaya devletin merkezinde birtakım itirazlar yükseliyor. Bu 1971 Muhtırası’ndan sonra daha da su yüzüne çıkıyor. Orada başka çarpıcı bir örgütlenme daha var: Yeniden Milli Mücadele Derneği. Bu dernek Müslüman Kardeşler’in etkisi altındaki Türkiye’deki İslami hareketlerin daha Türkçü İslami çizgiye çekebilmek için çabalıyor. Bu derneğin içinde hâlâ ülkede önemli noktalarda Taha Akyol, Ahmet Taşgetiren, Cemil Çiçek, Melih Gökçek gibi önemli isimler var. Dolayısıyla 1970’li yıllarda devlet içinde Türkçü İslamcı mı olsun, Müslüman Kardeşler’in etkisi altında mı olsun gibi devlet içerisinde bir tartışma olduğunu görüyoruz. 80 darbesiyle birlikte bu yapıların daha etkisizleştiğini görüyoruz.

siyaset-bilimci-behlul-ozkan-dini-yapilari-her-zaman-devlet-destekledi-758381-1.
Türkiye’de devlet otoritesinin ciddi ölçüde zayıfladığını görüyorum. Devletten çok birtakım cemaatlerin, yapıların koalisyon içerisine girdiği, iktidar savaşının kapalı kapılar arkasında yaşandığı bir yapı. İktidar savaşı kızıştığında, savaşa dönüştüğünde bunun sonucunu görüyoruz.

► Uzun süre birlikte rejim değişikliği için yargıda emniyette birlikte çalışan Gülen ile AKP arasının açılmasını MİT Krizi’ne mi bağlamalıyız?
2010 sonrasında neler yaşandığı konusunda bence çok soru işareti var. Fakat 2004’teki Milli Güvenlik Kurulu’nda bu Gülen yapılanmasına karşı hem Genelkurmay’ın hem MİT’in iki önemli istihbarat ve çalışma raporu hazırladığını biliyoruz. Şöyle toparlamak lazım: Fetullahçılar, 1960’lardan itibaren devlet tarafından kullanılıyorlar solla mücadele adı altında. 1990 sonrasında Orta Asya’da muhtemelen Amerika ve Almanya başta olmak üzere bazı Batılı ülkelerin etkinlik mücadelesi altında bu yapıyı kullandığını biliyoruz. Fakat 2000’li yıllara gelince artık bunun kontrolden çıkmaya başladığı yönünde devlet içinde Milli Güvenlik Kurulu’na kadar yansıyan bir etkisi oluyor. 2004 MGK’sine baktığımızda bu yapının artık kontrolden çıkmaya başladığı, devlet içinde devlet haline geldiği gibi tespitler var. Sormamız gereken şu: 2004’te alınan MGK kararları ve MİT raporları neden 2013 yılına kadar uygulanmadı? AKP içinde önemli isimler 2013 yılı gibi çıktılar, “Bu raporlar dikkate alınmadı” dediler. Kavga başlamadan hemen önce. AKP kendisine milat olarak Aralık 2013’ü alıyor. Bu tarihten öncesine değil, sonrasında neler yaşandığına bakıyor. Ama burada eğer Türkiye’de bir devlet nizamı olduğunu düşünürsek aklımıza gelen, hep sorulması gereken soru: 2004 yılında bu yapının Türkiye için son derece tehlikeli olduğu MGK’de karara bağlanmışken 9 senede neden bu yapıya yönelik herhangi bir harekete geçilmedi? Tam tersi neden bu yapının devlet içinde etkinin artırılması için önünün açıldığı sorusunu sormak gerekiyor.

► 15 Temmuz sonrası FETÖ’nün etkisi gerçekten kırıldı mı?
15 Temmuz, devlet içindeki kurumlarda çok fazla tasfiyelerin yapıldığı bir dönem. Gazetelerden okuyoruz. Binlerce kişi atılıyor. Medyadan okuduğum kadarıyla önemli bir mücadele verildiği yönünde. Ama tabii hep soru işareti olan nokta şu: 2013 öncesine yönelik nasıl bir soruşturma veya bakış var? Orada ciddi bir soru işareti var. Benim için anlamlı gelmeyen, 2013 öncesinde Fetullahçılar’dan çok önemli olan isimler şimdi iktidara yakın bazı gazetelerde yazarlık yapıyor. Nasıl oluyor da bu yapılanmanın 2013 öncesinde ikinci, üçüncü ismi diyebileceğimiz şahıslar bugün aynen, hiçbir prestijlerinden kaybetmeden gazete yazarlığı yapmaya devam edebiliyorlar? Anlamakta ciddi zorluk çekiyorum.

► Etkisinin kırıldığını varsayalım, tek İslamcı cemaat, devlet içinde devlet haline gelen tek yapı Fetullahçı yapı mı? Menzilciler, İsmailağacılar gibi cemaatlerin aynı etkiyi koruduğunu veya 15 Temmuz’dan sonra daha da güçlendiklerini düşünebilir miyiz?
Türkiye’de Fetullahçılarla birlikte diğer cemaatlerin etkinlik alanına baktığımızda devlet otoritesinin ciddi ölçüde zayıfladığını görüyorum. Tam tersine devletin ne kadar zayıf haline geldiğini gösteriyor. Modern anlamda bir devlet, hukuka bağlı, liyakatın çalıştığı bir organizasyon. Türkiye’nin modern devletten çok giderek uzaklaşarak Ortadoğu’daki ülkeleri andırdığını düşünüyorum. Ortadoğu’daki devletler nasıldır, çeşitli aşiretler kabileler vardır. Bu aşiret ve kabilelerden birine mensupsanız o devletin içinde yükselip sadece aşirete sadık olduğunuz için yükselirsiniz. Türkiye de giderek bu Ortadoğu devletlerine benzemeye başladı. Devletten çok birtakım cemaatlerin, yapıların koalisyon içerisine girdiği, iktidar savaşının kapalı kapılar arkasında yaşandığı, kimin kimle ne pazarlık yaptığının ortaya çıkmadığı, ancak bu rekabet iktidar savaşı kızıştığında, savaşa dönüştüğünde bunun sonucunu görüyoruz. Bu devleti oldukça zayıflatıyor. Bildiğimiz anlamda ‘liyakat’ müessesesini çökertiyor. Eğer bu yapılanlamalar devlet içinde etkin olmaya devam ederse Türkiye’nin geleceğinin çok da parlak olmadığını söyleyebiliriz.

► İslamcı camianın ilk günden beri en önemli konularından biri Ayasofya idi. Camiye geçiş sürecini nasıl yorumlayabiliriz sorusu…
Bu konu 1950’li yıllardan beri İslamcı camia arasında sıklıkla tartışıldı. Erişilmesi gereken bir hedef olarak ortaya kondu. İslamcı camia açısından Türkiye’de bu önemli bir hedefti. Bu hedefin şimdi gerçekleştirildiğini görüyoruz. Çarpıcıdır ki bu Ayasofya konusunda Türkiye’nin sadece İslamcıları değil, ulusalcı olarak nitelendirebileceğimiz kesimlerin de en azından bir kısmının destek olduğunu görüyoruz. Türkiye’de kritik anlamda resmi tarih Yunan karşıtlığı, Bizans karşıtlığı tarihinden yazılır. Cüneyt Arkın filmlerine baktığımızda bile bunların üzerinden kurgulandığını görüyoruz. Türkiye’nin seküler bildiğimiz kesimlerinde de Ayasofya’nın açılmasına bazılarında destek, bazılarında da destek olmasa bile tepki göstermediklerini görüyoruz. Açıkçası Ayasofya’nın açılmasının Türkiye toplumunun üzerinde sınırlı olduğunu düşünüyorum. Çok büyük bir etkisi olmayacaktır. Sonuç itibariyle daha önce Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bile kendi sözleri var: “Ayasofya’nın hemen yakınında Sultanahmet Cami var, o bile dolmuyorken neden bunu gündeme getiriyorsunuz.” Sanıyorum caminin açılması bir tarafından 1950’li yıllardan beri İslamcılar açısından büyük bir hedef olarak konulan Ayasofya’nın açılmasını gerçekleştiren bir iktidar olarak anılmak istedi. Bir taraftan da ciddi ekonomik zorluklar var. Turizm sektörü ciddi sorun içerisinde. Bu da gündem değişikliğiyle kullanıldı aynı zamanda. Ancak etkisinin kısa süreceğini düşünüyorum çünkü toplumun başta ekonomi olmak üzere çok daha büyük sıkıntıları var.