İçinde bulunduğumuz dünya ortamı, ister istemez “Nereye gidiyoruz?” sorusunun aklımızda belirmesine yol açıyor. Geleneksel siyasi yapıların itibar kaybetmeye, buna karşılık eskiye nazaran “radikal” olarak kabul edilen hareketlerin ise güç kazanmaya başladığı bu sürecin, iktidarların artan otoriterliğini de hesaba katarsak, gelecek yıllarda toplumların yaşamını ilgilendiren pek çok çelişkiyi bünyesinde barındırdığı söylenebilir. Sol siyasetin bu çelişkileri ve […]

Siyaset bilimci Doç. Dr. Galip Yalman: Kimlik siyaseti, otoriter eğilimlerin itici gücü oldu

İçinde bulunduğumuz dünya ortamı, ister istemez “Nereye gidiyoruz?” sorusunun aklımızda belirmesine yol açıyor. Geleneksel siyasi yapıların itibar kaybetmeye, buna karşılık eskiye nazaran “radikal” olarak kabul edilen hareketlerin ise güç kazanmaya başladığı bu sürecin, iktidarların artan otoriterliğini de hesaba katarsak, gelecek yıllarda toplumların yaşamını ilgilendiren pek çok çelişkiyi bünyesinde barındırdığı söylenebilir. Sol siyasetin bu çelişkileri ve değişimi iyi tahlil edemeden kendine bir yörünge oluşturması da mümkün görünmüyor. Zira Türkiye, kendi tarihsel ve aktüel gerçekliğinin getirdiği öznel koşullarla birlikte sözünü ettiğimiz küresel sistemin ayrılmaz bir parçası konumunda.

Günlük siyasi hengamenin içinde üstünde pek durulamayan bu gelişmeler, önümüzdeki birkaç hafta Politik Muhabbetler’in ana gündemi olacak. Konuklarımızla, bu noktaya nasıl gelindiğini, yaşanan bunalımın temel özelliklerini, siyasal ve toplumsal mücadele zeminindeki alt üst oluşları, sistemin politik kurumlarının krizi nasıl yönetmeye çalıştığını ve elbette tüm bunların Türkiye ayağını konuşacağız.

Bu başlıktaki ilk söyleşimizi ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nden emekli olan Doç. Dr. Galip Yalman’la gerçekleştirdik. Toplumların hoşnutsuzlukları arttıkça düzen dışı olarak görülen partilere oy vermeye başladıklarını belirten Yalman, 90’larda ivme kazanan kimlik temelli siyasetin ise kriz zamanında otoriterleşme eğilimlerini beslediğini dile getiriyor.

Kapitalist sistem yine dünya genelinde bir bunalıma girmiş durumda. Siz bu sürecin temel özelliklerini nasıl tanımlarsınız? Gidişat neden bozuldu ve sistem artık niye işlemiyor?

Bir dünya sistemi olarak kapitalizme ilişkin şunu söylemek mümkün. Karl Marx’ın Komünist Manifesto’da belirttiği üzere bir dünya piyasasının oluşması, kapitalizmin emeğin sömürüsüne dayalı bir üretim ilişkisi olarak yaşayabilmesi, kendini yeniden üretebilmesi için olmazsa olmaz bir koşul. Dolayısıyla farklı coğrafyaları bu sistem kapsamına değişik mekanizmalarla alabilme meselesi önem kazanmakta. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı sonrası uluslararası ekonomik düzene ilişkin planlama çalışmaları sürecinde, ABD açısından öngörülen ve “Tek Dünya Düzeni” olarak tanımlanan tasarımda, savaş sırasındaki müttefik Sovyetler Birliği’nin de bu düzen için yer alması en azından bir olasılık olarak tartışılmıştı. Soğuk Savaş olarak betimlenen iki kutuplu dünya sisteminin, Sovyetler Birliği’nin yıkılması ile birlikte sona ermesiyle, yaklaşık 45 yıllık bir aradan sonra “Tek Dünya Düzeni” tasarımının hayata geçmesinin önü açılmıştır. Ancak son 30 yılda yaşananlar, farklı siyasal-toplumsal yapılanmalara sahip devletlerin de bu düzen içinde var olabileceklerini göstermiştir. Bugün geldiğimiz noktada Çin Halk Cumhuriyeti’nin küresel niteliği belirgin dünya kapitalist sisteminin önemli bir unsuru haline gelmiş olması, bu açıdan çarpıcı bir gelişmedir.

Trump yönetimi ile birlikte Çin-ABD ticaret savaşları olarak betimlenen, sadece iki büyük ekonomik gücün geleceğini değil, dünya ekonomisinin genel gidişatını belirleyeceği düşünülen bir mücadele ekseni söz konusu. Bu sadece bir ticaret savaşı da değil kuşkusuz, neoliberal finansallaşma sürecinin ortaya çıkardığı, “gölge bankacılık” olarak nitelenen, banka dışı finans kuruluşlarının ağırlıklı olarak önem kazandığı Güney ekonomilerinin başında gelen de yine Çin. Bunun anlamı, Çin ekonomisinin büyümesini önemli ölçüde borçlanmaya dayalı bir şekilde götürebilmesinde, bankacılık sistemi ile giderek entegre olmaya başladığı belirtilen gölge bankacılık faaliyetlerinin kritik bir rol oynamakta olduklarıydı. Dolayısıyla, daha uzun süre belirsizliğini koruyacağı anlaşılan, dünya kapitalist sisteminin geleceği konusunda kilit öneme sahip aktörlerden birinin Çin olacağına kuşku yok.

Kapitalist sistemin bir dünya sistemi niteliğini kazanmasından itibaren, günümüze gelinceye kadar, belli devrelerde hem sistemik krizler yaşandığını biliyoruz hem de sadece belirli ülke gruplarını etkileyen ancak sistemik nitelik kazanmayan krizler yaşandığını. Öncelikle şunu belirtmek gerekir, kapitalist sistemde, krizleri düzenli işleyen bir sistemi aksatan ve/veya işlevsiz kılan bir kesinti anı olarak görmek yanıltıcı olacaktır. Bu şekilde tanımlamak kapitalizmin dinamiklerini anlayamama noktasına götürür bizi. Önceden kurgulu  bir şey de değil. Karşılıklı mücadelelerle ve sermayenin kendi içindeki mücadelelerle oluşan bir süreç ve yaşanan devinimler söz konusu. Bu da tek düze bir şey değil. Bunun çeşitli tarihsel örnekleri var, farklı toplumlarda ve dünya genelinde yaşanan.

Günümüzde, özellikle kapitalist üretim ilişkilerinin ve uluslararası finans piyasalarına bağımlılığın belirleyici olduğu ulus devletlerde, krizler kapitalist sistemin işleyişinde ortaya çıkan sorunları aşmada kritik rol oynamakta, sistemin yeniden yapılandırılmasını sağlayan bir işlev görmektedir. Bu bağlamda, farklı krizle baş etme stratejileri, diğer bir deyişle, kriz yönetme ve kriz önleme stratejileri gündeme getirilmektedir. 1990’lı yıllardan itibaren sermaye hareketlerinin üzerindeki tüm kısıtlamaların kaldırılması ile ekonomilerin kırılganlıklarının artabileceği kabul edilmekle birlikte, olası ya da yaşanan krizlerin neoliberal kriz önleme ve yönetme stratejilerine sadık kalınarak aşılabileceği, başka bir alternatifin olmadığı mesajı verilmeye çalışılmaktadır. Böylelikle krizi yaratan nedenler irdelenerek, en azından bir daha ki krize kadar, sistemin temel parametreleri korunarak devam etmesi hedeflenmektedir. Ülkelerin uluslararası finans piyasalarından borçlanabilme olanaklarının daralmaması için dış borçların sürdürülebilirliği önem kazanırken, kırılganlıkların saptanarak önceden giderilmeleri için gerekli önlemlerin alınmasını sağlamada IMF de kendine yeni bir rol biçmekteydi.

2007-2008’de küresel ölçekte yaşanan finansal krize kadar, kapitalist sistemin merkez ülkelerinden başlayıp sistemin bütününü etkileyen ekonomik krizler, devletin ekonomiyle olan ilişkisinin yeniden teorik olarak tanımlanmasını içeren, deyim yerindeyse paradigma değişikliklerini beraberinde getiriyordu. 1930’lar ya da 1970’lerdeki sistemsel krizlerin böyle bir özelliği vardı. Ancak 2008 krizinin bu açıdan önemli bir farkı var, bu anlamda bir paradigma değişikliği söz konusu olmadı bugüne kadar. Krizin ilk iki yılında teorik bağlamda belirli bir sorgulama yapılmış olsa da, kriz, 2008 öncesi kriz yönetme ve kriz önleme stratejileri ile aşılmaya çalışıldı. Eurozone bölgesinde başta Yunanistan, borçlu ülkelere Troyka (AB Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası, IMF) tarafından empoze edilen politikalar bunun somut örneklerini oluşturdu. Bir başka ifadeyle, rıza-zor dengesi ikincisi lehine bozulmakla birlikte, neoliberal hegemonya büyük ölçüde varlığını korudu. Bu nedenle, ilgili yazında, krizin niteliği üzerine yapılan tartışmalarda, bu krizin neoliberalizmin krizi olmadığı şeklinde yorumlar yapıldı.

Öte yandan, kapitalist sistemin genel çıkarlarını uzun vadede koruyacak düzenlemelerin, neoliberal finansallaşma paradigmasına bağlı kalınarak gerçekleştirilemeyeceği şeklinde bir algı, kapitalist sistemin savunucusu olarak betimlenebilecek çevrelerde belirmeye başlamıştır. Siyasal iktidarları etkisi altına alan finans kapital temsilcilerinin, serbest piyasa retoriğini kullanarak sürdürdükleri rant elde etme yarışının finansal krizlere yol açtığı ileri sürülmektedir. Gerek 2008 finansal krizinin öngörülememesi, gerekse de finansal piyasaların her türlü denetimden uzak biçimde kaynak dağılımını belirler konuma gelmesinin yol açtığı olumsuzluklar nedeniyle dozu giderek sertleşen eleştiriler yaygınlaşmaktadır. Uluslararası finans piyasalarında banka dışı kurumların, sermaye hareketlerini yönlendirmekte giderek önem kazanmalarının yanı sıra, gelir dağılımında belirginleşen uçurumlar karşısında, IMF Başkanı Lagarde bile, kısa vadede aşırı kazanç hedefleyen, açgözlü finans piyasaları aktörlerinden şikayet eder duruma gelmiştir. Uzun sözün kısası, kapitalist sistemin genel çıkarlarını uzun vadede koruyacak düzenlemelerin, neoliberal finansallaşma paradigmasına bağlı kalınarak gerçekleştirilemeyeceği şeklinde bir algı belirmeye başlamıştır. Üstelik, boyutları tam olarak kestirilmesi zor olan küresel ölçekte yeni bir finansal kriz olasılığından söz edilmeye başlanırken, bir ara finans piyasalarının gözdesi olan “yükselen piyasa ekonomileri”, kırılgan, yani olası bir krizden en fazla etkilenecek, ekonomiler olarak görülmektedir.

SAĞ, KRİZ MAĞDURLARININ DESTEĞİNİ ALIYOR

Bu süreç siyasal sistemlerin ve geleneksel siyasal yapıların itibar kaybetmesine yol açtı. Merkezde pozisyon alan partiler yerine, eskiye göre “radikal” olarak tanımlanabilecek siyasal hareketler etkinliklerini artırdı. Özellikle sağ popülist ve aşırı sağcı yapılar süreçten epey faydalandı. Siyasi alandaki bu dönüşümü nasıl açıklıyorsunuz? Öte yandan bu dönüşüm tarihsel açıdan ne anlama geliyor?

Dünya kapitalist sistemi içindeki konumları ve jeopolitik parametreleri ile birlikte değerlendirildiğinde, krizlerin farklı coğrafyalarda yaşanış biçimleri ve sonuçları farklılıklar gösterebiliyor. Birbirleri ile yakından ilişkili olmakla birlikte, ekonomik krizler ile siyasal krizleri birbirlerinden ayrıştırarak irdelemek gerekir. Ekonomik bir krizin siyasal bir krize dönüşmesi ya da toplumsal bütünlüğün temel niteliklerini sarsan boyutlara ulaşması durumunda, devlet krizi ve/veya hegemonya krizi gibi kavramlar, yaşanan dönüşümlerin anlaşılması açısından önem kazanmaktadır.

Avrupa’dan Latin Amerika’ya birçok ülkede, ekonomik krizin belirleyici olduğu koşullarda yaşanan siyasal gelişmeler, anaakım medyanın kullandığı ifadelerle, “aşırı sağ, milliyetçi-popülist” oluşumların toplumsal desteğini artırmaya başladığını bize göstermektedir. Bu bağlamda, ideolojik olarak, yeni sağ düşüncenin, 2008 krizi sonrasında ikinci yükseliş sürecini yaşadığı belirtilebilir. İlki 1970’lerdeki kriz sonrasında gözlemlenen bu ideolojik dalgaların ortak noktası, krizin mağdurlarının desteğini almalarına bağlı olarak, krizi fırsata çevirme çabası içinde olmalarıdır. Kriz yönetiminin sorumluluğunu yüklenen mevcut düzen partilerinin bu alanda gösterdikleri başarı ve başarısızlığa bağlı olarak toplumsal desteklerini kaybetmeleri de yeni sağın yükselişinde etkin olmaktadır.

Ancak 2008 sonrası gelişmeleri, eleştirel bir perspektiften değerlendirenlerin sıklıkla vurguladıkları bir husus, neoliberalizmin demokrasi ile bağdaştırılması giderek zorlaşan siyasal gelişme ve değişimleri gündeme getirmesidir. Otoriter neoliberalizm ve/veya neoliberal otoriter rejimler/eğilimler, “illiberal demokrasi”, “rekabetçi otoriterlik”, hatta bazı yorumcular tarafından “post-faşist” olarak betimlenen bu olgu, böyle ifade edilmemekle birlikte, aslında devlet biçiminde bir değişimi ifade etmektedir. Post-faşist kavramının, günümüzdeki bu olguyu irdelemek için daha uygun olduğunu ileri sürenlere göre ise ne “faşizm”, ne de “popülizm” kavramları, yaşanılan sürecin kendine özgü niteliklerini tam olarak açıklamamakta, hatta bugünü tanımlamak için kullanıldıklarında kavram kargaşasına yol açmaktadırlar.

Kavramsal tartışmanın gündeme getirdiği önemli bir konu, kapitalist toplumlarda, demokrasi ile piyasa ekonomisi arasında kurgulanan ve mutlaklaştırılmak istenen ilişkinin savunulmasının giderek zorlaşmasıydı. Başka bir deyişle, farklı ülkelerde, rejim değişikliği eşlik etsin ya da etmesin, krizlerin yol açtığı değişimlerin, devlet biçimi kavramını analizin merkezine yerleştirmeden irdelenmesinin gerçekçi ve yeterli olmayacağını vurgulamak gerekir. Hem devletin ekonomide oynadığı roldeki değişimlerin hem de toplumsal sınıflar arasındaki güç dengelerinde yaşanan değişimlerin kavranabilmesi açısından, önemli bu kavram.

Sağcı hareketlerin merkezi siyasetleri çok sert sözlerle eleştirseler de, iktisadi temelde kapitalizmle problemli bir ilişkilerinin olmaması dikkat çekiyor. Göçmen karşıtı ve içe kapanmacı bir anlayışları var ama kesinlikle anti-kapitalist değiller. Bu açıdan, kapitalizmi gerici bir anlayışla restore etmeye çalıştıkları söylenebilir mi?

2007-2008 krizinden bu yana geçen 10-12 yıllık süreçte, kapitalist sistemin geleceğini güvence altına almak isteyenler açısından, giderek endişe duyulan bir konu, ifadesini şu soruda bulmaktadır: Uluslararası liberal ekonomik düzenin sonu mu? İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra oluşturulan söz konusu düzenin, zaman içinde geçirdiği evrimlerle birlikte temel özelliklerini korumasında ABD’nin rıza-zor ikilisini etkin kullanımının kritik bir rolü olduğu varsayılagelmiştir. 2008 sonrasında, yeni bir uluslararası finansal mimari gereklidir ya da Bretton Woods-2 (Bretton Woods: İkinci Dünya Savaşı sırasında imzalanan ve uluslararası para sisteminin kurallarını belirleyen bir anlaşma. Bu anlaşmayla IMF ve Dünya Bankası’nın kurulması kararlaştırılmıştır) için çaba göstermek gerekir gibi terimlerle ifade edilmek istenen aslında, mevcut düzenlemelerin yaşanan finansal krizlerin yönetimi ve önlenmesinde yetersiz olduğunun itirafından başka bir şey değildi. En azından krizlerin sistemik düzeydeki olası etkilerini sınırlamak istenmekteydi.

Özellikle Obama yönetiminin sona erişiyle birlikte, ABD’nin kendi çıkarlarını korumaya yönelik politikalar ile dünya kapitalist sisteminin geleceğini güvenceye almaya yönelik düzenlemeler arasında kurduğu denklemin geçerliliğini yitirdiğine ilişkin bir dizi değerlendirmenin sonucunda yukarıdaki soru giderek daha fazla dillendirilmeye başlanmıştır. Bir diğer deyişle, Trump yönetiminin “Önce ABD” söyleminin, kapitalist sistem içindeki rekabetin, belli kurallara uygun davranıldığı ölçüde, herkesin kendi çıkarlarını koruyarak geliştirmesi için en uygun yaklaşım olduğu varsayımını geçersiz kılacağına ilişkin kaygılar söz konusudur. Dolayısıyla, yukarda değindiğim, demokrasi-piyasa ilişkisine ilişkin kurgunun da aşındığı koşullarda bu kaygılar daha da belirginleşerek, kapitalist sistemin geleceğine ilişkin kaygılara dönüşmeye başlamaktadır.

Bu kriz zamanında aşırı sağın, sosyalistlere göre daha fazla alan kazanmasının sebebi nerede yatıyor? Bu verili kültürel dokunun sağ siyasete sağladığı bir avantaj mı? İnsanların yaşamları boyunca geçtikleri evreler, sistem sallanmaya başladığında, kitlelerin sağa doğru daha kolay şekilde radikalize olmasına mı yol açıyor?

Burada altı çizilmesi gereken olgu, paradoksal gözükse de, 1990’lı yıllardan bu yana demokratikleşme tartışmalarının ana eksenini oluşturmuş olan kimlik temelli siyasetlerin, 2008 krizi sonrasında otoriterleşme eğilimlerinin itici gücü haline gelmeye başlamasıdır. Krizin değişik coğrafyalarda belirginleştirdiği ekonomik ve toplumsal çelişkilerin günah keçisi olarak göçmen sorununun gösterilmesi ile birlikte, etnik ya da dinsel hatta ırkçı ayrıştırmaların yol açtığı tepkilerin sağ siyasetler tarafından körüklenerek devşirilmesi söz konusudur. Bu aynı zamanda, siyasal alanda bir temsil krizi olarak kendini belli etmekte, temsili demokrasinin bir yönetim biçimi olarak, kapitalist toplumlara özgü bir norm oluşturduğuna ilişkin varsayımın yeniden sorgulanmasını gündeme getirmektedir.

SYRIZA’NIN KAYBETMESİ ŞAŞIRTICI OLMADI

Aslında kapitalist sistemin bir kriz sistemi olduğu sosyalistler tarafından sürekli dile getirilen bir olgudur. Solun genelde bu kriz anlarında önemli bir aktör olması beklenir. Aslında kıta Avrupa’da, İngiltere’de ve ABD’de bunun emareleri var. Sosyalist fikirler yakın geçmişe göre daha fazla ilgi görmeye ve sosyalistler siyasetteki etkinliklerini artırmaya başladı. Siz genel hatlarıyla bu süreçte solun durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Burada vurgulanması gereken bir nokta, kapitalizmin sürekli kriz içinde bulunan bir sistem olarak algılanmasının yanıltıcı olacağıdır. Önemli olan süreç içinde, farklı zaman dilimlerinde ve farklı ölçeklerde yaşanan krizlerin yol açtığı yapısal dönüşümlerin, kapitalist toplumlardaki mücadele eksenlerini nasıl etkilediğini ve biçimlendirdiğini ortaya koyabilmektir. Zira krizin niteliğine bağlı olarak yapısal dönüşümün niteliği de farklı olabiliyor. Biraz önce de değindim, krizden etkilenme ortak nokta olsa da, her yerde aynı biçimde sonuçlar vermeyebiliyor. Bu aynı zamanda, ülke ekonomisinin dünya ekonomisi içindeki konumu ve bütünleşme biçimindeki değişim ve dönüşümlerin kavranabilmesi için de üzerinde durulması gerekli bir husustur.

Dolayısıyla, kriz sistemik ya da değil, tek boyutlu, tek sonuçlu bir olgu değil. Benzer iktisat politikaları gündeme getirilse bile, toplumsal güç mücadelelerine eğilmeden, oradaki toplumsal kesimlerin örgütlülüğüne ve konumlarına bakmadan sonucu önceden kestirebilmek pek kolay değil. Örneğin 1970’lerdeki kriz dönemine baktığınızda, bu krizin güney ülkeleri denilen Latin Amerika, Türkiye ve benzeri ülkelerde bir önemli sonucu ve potansiyel olarak yaratabileceği bir özgürlük alanı vardı.  Dış borç bunalımı olarak yaşanan krizin çözümlenmesi için çizilen stratejinin uygulama aracı, bu bunalımı aşmaları için borçlu ülkelere empoze edilen yapısal uyum paketleriydi. Kaçırılan fırsat ya da yaratılamayan özgürlük alanı ise borçlu ülkelerin ortak hareket etme şansını kullanamayarak, gelişmiş kapitalist ülkelerin birlikte hareket ederek, IMF ve Dünya Bankası gibi örgütler aracılığıyla uyguladıkları yapısal uyum politikalarına teslim olmalarıydı.

Bir başka örnek 2001 krizi… Aynı 1980’li yılların borç bunalımında olduğu gibi -farklıydı koşullar, ama- tekil ülkeler bağlamında çözülmeye çalışıldı. Farklı sonuçları oldu, klasik örnek haline gelmişti Türkiye-Arjantin kıyaslamaları. Arjantin’deki sonuçları görünürde farklı oldu, Arjantin’in IMF’yle ilişkileri başka oldu, ayaklanmalar oldu, işgaller oldu, yani çalışanların fabrikaları çalıştırma deneyimleri oldu. Ama bildiğimiz gibi Türkiye çok farklı bir süreç yaşadı 2001 krizi sonrasında.

Günümüzde, Euro bölgesindeki ya da Birleşik Krallık gibi, bunun dışındaki ülkelerde, krize karşı geliştirilen kriz yönetim stratejisinin, toplumsal dokuda yol açtığı tahribatın, kendini değişik isimler altında da olsa, solda tanımlayan örgütleri, partileri ve oluşumları, çeşitli ikilemler ya da açmazlarla karşı karşıya bıraktığını gözlemlemekteyiz. Örneğin, kriz koşullarında yıpranan düzen partilerinin, toplumsal desteği yitirmesi sonucu, neoliberal politikalara karşı bir söylemle 2015’te Yunanistan’da iktidara gelen SYRIZA’nın pazar günü yapılan seçimleri kaybetmesi şaşırtıcı olmamıştır. Nedeni, karşı çıktığı kriz yönetim stratejisini uygulamaya zorlanması sonucunda, kaybettiği toplumsal destektir. Sol açısından daha da acı olan, iktidarı bir kez daha uluslararası finans piyasalarının istediği politikaları uygulayacağını söyleyen Yeni Demokrasi Partisi’ne devredecek olmasıdır. Bir başka örnek, Jeremy Corbyn’in parti genel başkanı seçilmesiyle birlikte, neoliberalizme alternatif bir stratejinin mümkün olduğunu siyaset gündemine taşıyan İngiliz İşçi Partisi’nin karşı karşıya olduğu açmazdır. Parti yönetimi güçlü olduğu seçim bölgelerinde, emekçilerin krize tepkilerini Brexit yanlısı bir tavır alarak göstermesi karşısında, Birleşik Krallığın, Avrupa Birliği ile ilişkilerinin geleceği konusunda, ikircikli bir tutum izlemekle eleştirilmektedir.

Dolayısıyla büyük krizler büyük altüst oluşlara neden oluyor, insanlar işsiz kaldıkça, yoksullaştıkça, tepkilerini düzen karşıtı gördükleri partilere oy vererek gösterebiliyorlar. Son Avrupa Parlamentosu seçimlerinde, İngiltere’deki Brexit Partisi gibi sağ bir partinin en çok oyu almasının gösterdiği gibi. Bu, bugün geldiğimiz noktada dikkate alınması gereken bir boyut. Alternatif sadece düşünsel planda değil, toplumun değişik kesimlerinin giderek artan hoşnutsuzluğuna yanıt verebilecek, desteğini alabilecek anlamlı politikaların oluşturulup uygulanabilmesi, toplumsal destek bulabilmesi için ne yapılabilir, sorusunda düğümleniyor.

Bugün teknoloji iş yaşamında ve günlük hayatta toplumsal yapıyı solun güçlü olduğu eski dönemlere göre epey değiştirdi. Aynı şekilde birey ve topluluk algısı da geçmişe göre farklılık gösteriyor. Bireyi merkez alarak konuşursak, 70’li yıllara göre daha “liberal” bir dünyada yaşıyoruz. Sizce geniş kitlelere ulaşmak, insanları politize etmek ve siyasal bir hareket içinde özneleştirmek için bugün solun nasıl bir örgütsel forma ihtiyacı var?

Yukarıda değişik boyutlarını işaret etmeye çalıştığım gibi, aslında “daha liberal bir dünyada” yaşadığımızı söylemek zor. Birey merkezli bir yaklaşım, demokratik hak ve özgürlükleri genişletecek bir ortamın yaratılmasına yardımcı olmuş olsa, hangi terimlerle ifade edilirse edilsin, bugün dünyanın farklı coğrafyalarında belirgin bir eğilim olarak otoriterleşmeden söz ediyor olmazdık. Ne yazık ki yaşanılan sürecin gerçekliği bu. Dolayısıyla buna karşı nasıl bir mücadele ekseni oluşturulması gerekir sorusunu, sadece bireyin hak ve özgürlükleri ile sınırlı bir şekilde vermek olası değil. Belirtmek gerekir ki, krizle sınıf mücadeleleri arasında doğrusal bağlantı kurmak da doğru değildir. Sınıf temelli siyasetlerin yeniden gündeme girebilmesi için neler yapılabilir sorusu da, sınıfı verili bir sabit olarak görmemeyi gerektiriyor. Toplumsal sınıfların verilen mücadeleler, yaşanan deneyimlerle oluşan, dolayısıyla sürekli devinim geçiren olgular olduğunu akılda tutmak, siyasal öznelerin oluşum süreçlerinde hareketlerin ve örgütlerin rolünü saptamak açısından bir başlangıç noktası olabilir.

Konuyu biraz Türkiye’ye daraltalım. AKP iktidarının inşa ettiği rejim, küresel gerilemeye de paralel olarak bugün ciddi krizlerle yüzleşiyor. Türkiye’de solun yıllardır söyledikleri bugün gerçekleşmeye başladı. Ancak sosyalistler beklentileri karşılayabilecek düzeyde bir örgütsel genişliğe sahip değil. Siz bunun nedenlerini nasıl açıklarsınız?

Ne kadar ciddi sonuçları olursa olsun, ekonomik bir krizin, bir hegemonya krizine ve buna bağlı olarak devlet biçiminde bir krize yol açmadığını gösteren örnekler vardır. Örneğin, ülkemizde yaşanan 2001 krizi bu açıdan, 1970’lerde yaşanan krizden farklı olarak bir hegemonya krizine yol açmadığı gibi, burjuvazinin değişik katmanları ile birlikte sınıf egemenliğinin tehdit altında olduğu şeklinde bir algıya da neden olmamıştır. 12 Eylül rejiminden miras otoriter devlet biçimi çerçevesinde getirilen yeni kriz yönetme stratejisi de, neoliberal hegemonyaya süreklilik kazandıran bir işlev görmüştür. Söz konusu hegemonya, finansal piyasaların bütünleşmesi anlayışını temel alan bir biçimde ülke ekonomilerinin yeniden yapılandırılmasının fazla sorgulanmadan gerçekleştirilmesinde işlevsel oldu.  Devletin baskı aygıtlarının da kullanılarak ama değişik mekanizmalarla toplumun rızasının sağlandığı, 2001’deki gibi krizlere rağmen, hatta krizlerle pekişerek, yaşanan her ekonomik krizden sonra bunu fırsata çevirerek sürdürülen bir hegemonya. Bir de hatırlatmakta yarar var, son 20 yıldır Türkiye’de yaşandığı gibi siyasal iktidar değişikliklerinden bağımsız bir biçimde, devletin toplumsal ve ekonomik yapıyı yeniden düzenlenmesi açısından çok merkezi bir rolü var. Diğer bir deyişle; iktidarlar düşebilir, çünkü toplumsal tepkilerin sonucunda olduğu gibi birçok ülkede iktidarlar değişmekte. Ancak, “piyasa reformları” ve “küreselleşmeye uyum” projeleri devletin olmazsa olmaz bir biçimde öncülüğünde, bir devlet projesi olarak yürütülmek durumunda. 24 Haziran 2018’de yapılan seçimlerden bu yana geçen süreci, yaşanan rejim değişikliği ile birlikte değerlendirdiğinizde, şunu sorgulamak durumundayız: Yeni rejim bu açıdan bir farklılık arzetmekte midir?

Türkiye’de uzun erimli olacağa benzeyen ekonomik kriz bağlamında yapılan tartışmalar, kredibilitesini büyük ölçüde yitirmiş gözüken kriz yönetme stratejisinden başka bir alternatifin halen düşünülemediğini göstermektedir. Bunun önemli bir göstergesi, çeşitli yorumcular tarafından Merkez Bankası’nın “bağımsızlığı”nın krizden çıkmanın olmazsa olmazı olarak görülmesidir. Üstelik, enflasyon hedeflemesi vb. politikaların yoksullukla mücadele ve gelir dağılımı bozukluklarının azaltılması için gerekli olduğuna ilişkin yaygın bir izlenim olduğu gözlenmektedir. Halbuki, Merkez Bankası’nın bağımsız olması demek, onun neoliberal parametrelere uygun davranması demek. Bu bağlamda, Merkez Bankası’nın “bağımsızlığı”nın, neoliberal kriz yönetme stratejisinin sürdürülmesi, bir başka ifadeyle, Merkez Bankası’nın, kendisine atfedilen “kriz yöneticisi” konumunu sürdürebilmesi için kritik bir öneme sahip olduğunu belirtmek gerekir. Ne var ki, sermaye hareketlerine bağımlı ekonomilerde, finansal istikrarı sağlamak için gerekli görülen, hem kısa vadeli sermaye girişlerini hem de kredi genişlemesini kontrol etmenin, siyasal iktidarlarla merkez bankaları yönetimleri arasında gerilimlere yol açması şaşırtıcı değildir. Örneğin, Arjantin’de 2018 yılı içinde, üstelik IMF ile yürütülen bir anlaşma varken, iki kez Merkez Bankası Başkanı değişikliği yaşanmıştır. Bizde de geçtiğimiz hafta sonu gece yarısı kararnamesiyle yapılan görevden almayı bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Mevcut iktidar yapısının, ekonominin dış tasarruflara, özellikle de kısa dönemli sermaye hareketlerine bağımlılığı veri iken, Korkut Boratav hocanın ifadesiyle, finans kapitale karşı, teslimiyeti dışında bir alternatifi olmadığı, sürekli yenilenme çabası gösterilen Yeni Ekonomik Program’larla belgelenmiş olmaktadır. Giderilmesi kolay olmayan çelişkiler içeren faiz, kur vb. politika bileşenlerinin, salt merkez bankası-siyasal iktidar ilişkileri düzleminde irdelenmesinin yeterli olmayacağını, iktidar blokunu oluşturan unsurların, talep ve önceliklerinin irdelenmesinin ortaya çıkan gerilimlerin nedenlerinin anlaşılması için gerekli olduğunu vurgulamak gerekir.

SİYASET YAŞAMIN PARÇASIDIR SEÇİMDEN SEÇİME YAPILMAZ

Türkiye’de kritik bir yerel seçim sürecini geride bıraktık. İktidar cephesinin kan kaybıyla sonuçlanan seçimler, kuşkusuz genel anlamda muhalefete, özel olarak da sosyalist sola önemli olanaklar sunuyor. Burada nasıl bir politik kurgu üretilmeli?

31 Mart yerel seçimlerini, İstanbul’daki ikinci turu ile birlikte değerlendirdiğimizde şunu söyleyebiliriz: Gezi Direnişi’yle başlayan, 2017 Anayasa referandumu, Adalet Yürüyüşü, Muharrem İnce’nin İzmir, Ankara, İstanbul seçim mitingleri ile devam eden bir süreçte, önemli bir dönüm noktası oldu bu yerel seçimler. Toplumun özellikle büyük kentlerde yaşayan kesimleri, hem ekonomik krizlerin yarattığı maddi zorluklardan hem de baskı ile sözlü ve fiziki şiddet uygulamalarından kaynaklanan hoşnutsuzluğu seçim sandığına yansıttı. İstanbul ve Ankara’nın 2017’deki referandumda “hayır” verdiğini hatırlamakta da yarar var.

Siyasetin sadece seçimden seçime değil, gündelik yaşamın bir parçası olarak daha hareketli bir yapı kazanması gerekir anlayışı ile davranılmaya çalışılması önemli. Seçimleri yok saymak mümkün değil ama seçimden alacağınız sonuç o seçime giden süreci nasıl yaşadığınıza, nasıl değerlendirdiğinize bağlı. Sokağın belli bir önemi var. Siyasal katılımın oy kullanmakla sınırlı olmadığının anlaşılması için söylüyorum. Solun bütün renkleri ile sosyal demokrasiden daha sola doğru, tüm alt fraksiyonlarıyla insanlara daha farklı bir gelecek olabileceğini düşündürebilmek, kendilerinin de bu sürece katılımını sağlamak, üstelik giderek zorlaşan ekonomik ve demokratik hak ve özgürlüklerin baskı altında tutulduğu koşullarda. Bunu başarmak için hazır bir reçete yok. Dünyada da yeni bir arayış içinde olan, yaşanan krizlerden etkilenen toplumsal kesimlerin oluşturduğu hareketler var çeşitli ülkelerde. Siyasal mücadele örgütsüz olmuyor. Dolayısıyla toplumsal hareketler ile siyasal yapılanmalar arasındaki ilişkinin nasıl olacağı, değişen koşullarda, ne tür bir örgüt modeli, sorulardan biri bu. Gramsci’den esinlenerek söylersek, “modern prens” aranıyor esprisi de budur. 

Türkiye’de bir hegemonya boşluğu yaşandığı; Gramsci’nin tabiriyle “eskinin öldüğünü ancak yeninin doğmadığını” ifade ediliyor. Sizce Türkiye’de önümüzdeki dönemde hegemonya mücadelesi nasıl seyredecek ve sosyalist sol bu savaşın neresinde duruyor?

Buraya kadar söylediklerimden, ne ülkemizde, ne de dünya kapitalist sisteminde tam da Gramsci’nin tanımladığı anlamda bir hegemonya krizi yaşandığı sonucunu çıkarmak mümkün mü, emin değilim. Neoliberal finansallaşmanın krizlerle beslenerek sürdürüldüğünün en güzel kanıtlarından biri, Avrupa Birliği’nin yeni dönem yöneticilerinin belirlenmesi oldu. Bu bağlamda, IMF başkanı Lagarde’ın, Avrupa Merkez Bankası’nın yeni başkanı olarak belirlenmesi, “garp cephesinde yeni bir şey” olmadığının bir göstergesi.

Türkiye gibi ülkelerde finansallaşma diye tanımlanan sürecin kendine özgü niteliklerinin anlaşılması için, sermaye kesiminin kendi içindeki farklılaşmalar belirleyici olmaktadır. Egemen güçler bütünlüğünün ifadesi olan iktidar blokunun iç yapısı homojen değil. Dinsel, etnik, mezhepsel, sınıfsal nedenleri olabilir. Şunu da dikkate almakta yarar var. Hazine ve Maliye Bakanı, reel kesimle finans kesiminin ilişkilerinin yeniden yapılandırılması gerektiğini, şirketlerin bankalara bağımlılığını azaltmak gerektiğini söylemekte bir süredir. Bunun anlamı şu, 1980’lerden bu yana tüm çabalara karşın, finans sektörü yeterince gelişememiş, banka dışı finans kuruluşlarının sistem içindeki ağırlığı çok yetersiz düzeyde kalmıştır. Nitekim Türkiye’nin hızla artan dış borcu içinde özel sektör firmalarının borcu ağırlık kazanmış olmakla birlikte, benzer borçlu ülkelerle kıyaslandığında farklı bir duruma da işaret etmek gerekmektedir. Birçok borçlu ülkede, özel sektör şirketleri, uluslararası piyasalardan borçlanma aracı olarak tahvil ihracına yönelirken, yapılan araştırmalar Türkiye’deki özel sektör firmalarının çoğunlukla böyle bir yönelimden uzak durduğu, onun yerine bankalar üzerinden borçlandığını göstermektedir. Kısacası, neoliberal kriz yönetimi anlayışına göre, finans piyasalarımız yeterince “derinleşememiştir”, dolayısıyla bir kez daha derinleştirmeye gayret edilecektir.

Özetle, finansal krizlerin ve yol açtığı yapısal dönüşümlerin, kapitalist toplumlardaki mücadele eksenlerini nasıl etkilediği ve biçimlendirdiği önem kazanmaktadır. Kriz yönetiminin krizi derinleştikçe, gündeme bir hegemonya krizi gelebilir tabii. Ancak, karşı hegemonya stratejilerinin oluşturularak güçlendirilmesi için, “hegemonya boşluğu” olmasını beklemeye gerek yok. Farklı alanlarda neyin mücadelesinin verileceğini, bütünleştirici unsurların neler olabileceğini düşünmek lazım. Olağanüstülüğün normalleşmesine karşı bir hegemonya mücadelesi geliştirmenin başlangıç noktası bu olabilir. Örneğin, laik eğitim mi, üniversitelerin nasıl olması gerektiği mi, doğanın nasıl korunması gerektiği mi, bu parçalı değişik mücadelelerin nasıl bir potada bir araya getirilip ortak bir mücadele düzlemi çıkarılabileceği asıl mesele. ODTÜ’de yaşanan son barbarlık, tüm bunların bir arada yaşanması karşısında çaresiz kalınışa, ne yazık ki somut bir örnek.