Siyaset dendi mi, ilk önce, kökeni ve anlamından başlanır. Kökeninin, Arapça seyislik, at bakıcılığına dayandığı biliniyor; anlamına gelince de, TDK’na göre, devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatı olarak tanımlanmakta. Bu yönetme işinde çatışan çıkarları uzlaştırma kısmı var ki, asıl sanat orada ortaya çıkmakta olmalı!...

Olmalı da, bu kadar dengesiz ve eşitsiz bir dünya içinde “uzlaştırma” sanatının, gerçekte “boyun eğdirme” sanatı olduğunu görmemek mümkün değil. İster uluslararası ilişkilere bakın, ister bu ülkede yaşadıklarımıza; eşitlerarası ilişkileri ancak hayal edebilirsiniz. Aksine, birçok yazarın dediği gibi, “iktidarın” hegemonik ülkeler ve küresel sermaye elinde tekelleşmiş olduğunu düşünmek gerekmekte.

Uluslararası ilişkilerde zaten demokrasiye yer yok; hegemonik güçler ve küresel kapitalizmin açık ve gizli tekmilleri konuşmakta!... Bunun için de, uluslararası ve ulusal düzeyde gerçek çıkar çatışmalarının üstünü örten yapay ve imal edilmiş farklılıklar, korkular, çatışmalar ortaya çıkarılmakta ki, tezgâh ortaya çıkmasın!

Ulusal düzeyde ise, siyaset zaten bir avuç siyaset erbabının elinde. Şu ülkeye bir bakın... Güya vesayetçi devletten söz ediyor, demokrasi, hak, özgürlük istiyorlardı; iktidarları da seçkinlerin değil halkın iktidarı olacaktı! Gerçekleşen ne oldu: kimseyle paylaşmadıkları tekelci bir iktidar!... Üstelik, ellerindeki erki yalnız yoğunlaştırmakla kalmadılar; neyin doğru, neyin yanlış olduğunun tarifini kendileri yaptıkları gibi, aksini söyleyenleri de birer birer ayıklamaya başladılar!

Özetle, bugün her iki düzeydeki sürdürülen siyaset, bir yanda eşitsizlikleri sürdürmek, öte yanda tekelci güçlerini korumak üzere korku ve tehditleri arttırmak, düşmanlıkları büyütmek yönünde...

Örneğin son zamanlarda bize de bulaşan şu mülteci korkusu!... Sanki o insanlar ülkelerini keyiften terk ediyorlar!... Ya da, birilerinin işlerini almış gibi görünen bu insanları üç paraya çalıştıran işverenlerin günahı yok! Ya da, o işverenleri buna zorlayan acımasız rekabet gibi küresel kapitalizm ürünü bir sakatlıkla canımıza okunmamakta! Ama bunun görülmesini kim ister!...

Hâl böyle olunca, günümüz dünyasında çıkarlar ve güçler arasındaki çatışmayı uzlaştırmak için bulunmuş o “maharetli ve sihirli” araç, siyasal demokrasi de oyun veya göz boyamadan öteye gidememekte. Ellerinde imal edilmiş, ya da kaşınarak büyütülmüş ayrılıklarla her gün birbirimize daha fazla düşer, her gün daha fazla bölünür ve kutuplaşırken, demokrasiye trene bakar bir hale gelmekteyiz!

Tabii, bu oyunun veya göz boyamanın devamında insanlara, hepimize düşen sorumluluklar da yok değil!... En başta da, siyaseti anlamak ve kullanmak konusundaki yanlışlıkları, zaafları ve eksiklikleriyle sol düşünce ve siyasetin günahı büyük ama yazının konusu bu değil!

Dünyayı ve ülkeleri yönetenlerin bu zaaflardan iyi yararlandıkları da ortada. Şöyle dünyaya bir bakın; insanların çoğu sefalet içinde; çoğu birilerinin elinde oyuncak ama bunları görmek yerine, şu veya bu nedenle kamplara bölünmüş birbirlerinden korkmakta, birbirlerine saldırmaktalar. Her yerde ayrı günah keçileri, ayrı korku ve nefretler yaratılacak ki, hem birbirine düşsünler hem başlarını kaldırıp gerçekleri görme olanağı bulamasınlar!

Örneğin, şu, Ortadoğu’da aynı dinden insanlar arasında bitmeyen mezhep kavgasının başka nasıl bir açıklaması olabilir!

O nedenle, yeryüzünde ve de bu ülkede uygulanan siyasetin “sanat” kısmının asıl burada ortaya çıktığını düşünmek lazım.

Kolay değil tabii! Bir yanda demokrasi, hak, özgürlük diyecek, halkı efendi yerine koyacaksın, öte yanda o halkı istediğin yönde güdeceksin... Üstelik öyle maharetli yapılmalı ki, yönetenin düşüncesi, doğrusu, iyiliği, halkın doğrusu, iyiliği haline geline gelirken, halk güdüldüğünü değil, kurtarıldığını düşünmeli!

Sözün kısası, çoğumuz dünya siyasetinden de, ülke siyasetinden dışlanmış durumdayız. Siyaset de, at bakıcılığı ya da seyislikten gelen köklerine dönmüş durumda.

Yazıyı, internette dolaşırken rastladığım Hakan Günday’ın tweet’iyle bitireyim. Günday, Piç adlı kitabından bir alıntıyla siyaseti tarif ediyor: “Günümüz siyaseti hayvanlara göre düzenlenmiştir Hayvanlarla iletişim kurmanın iki yolu vardır: kandırmak ve korkutmak.

Günday’ın romanlarını okuyanlar bilir… Bir anlamda hepimizin görüp de görmek istemediği, bilip de bilmezlikten geldiği kirli/kötü dünyaları, bu dünyadaki çirkeflikleri yazar.

Romanlarından başınızı kaldırdığınızda, ister istemez, gördüğünüz dünyanın da pek farklı olmadığını düşünürsünüz. Evet, görünürdeki yüzüyle bir düzen, haktan hukuktan, eşitlik ve özgürlükten söz eden bir sistem, güya halk iktidarı anlamına gelen bir demokrasi, güvenlik sağlayan bir takım kurumlar vs. bol miktarda vardır ama ne bunlar gerçek anlamda var olabilmekte, ne de içinde bulunduğumuz uygarlık barbarlıktan öteye gidebilmektedir.

Tüm bunlar beni bir soruya getirdi: Bu barbarlıkların çoğu siyaset ve demokrasi gibi araçlara rağmen mi, yoksa bu araçlar kullanılarak mı gerçekleşmekte?