Siyaset toplumsala bir müdahaledir. İçeriğinden bağımsız olarak, siyaset toplumsal olana müdahalesinde, ilişkinin kuruluş biçimine ilişkin üç farklı strateji izleyebilir.

Birincisi siyasetin toplumsalın peşinde koşmasıdır; bu durumda siyaset toplumdaki eğilimlere teslim olur ve gerisine düşer!

İkinci strateji siyasetin bilinçli ya da bilinçsiz toplumsal alandaki koşulları büyük ölçüde göz ardı ederek kendi öncelikleriyle toplumsal alana müdahale etmesidir. Bu tür müdahaleler genellikle toplumsal ve siyasal alanda gerilim ve kırılmaları artırır; topluma ve siyasetçiye büyük bedeller ödetir.

Üçüncü müdahale bu iki stratejinin arasında bir yerde durur; siyasetçi toplumsal alandaki durumu süzer, toplumsal olana da teslim olmadan, oradaki belli güç ve değerleri kendine temel alarak toplumsalın önünde yürür; dışarıda bıraktıklarını zaman içinde kapsamaya çalışır.

AKP/Erdoğan projesinin birinci çizgiye uymadığı açık; bu projeyi başından beri geniş kesimler için çekici kılan “toplumun gerisine düşmemesi” oldu. Bugün güçlü liderlik vurgusunun gerisindeki enerji de bu birikimden geliyor.

Tartışılması gereken AKP/Erdoğan projesinin diğer iki stratejiden hangisini izlediğidir. Bu tartışmaya girmeden önce, konuya tarihsel bir derinlik ve karşılaştırma imkânı sağlamak için Cumhuriyet’le özdeşleşen Kemalist projeye, siyasal ve toplumsal alan arasındaki ilişkiyi kuruş biçimi açısından bakmakta yarar görüyorum. Öyle ya, Kemalist projeye yöneltilen en büyük eleştiri toplumsalla kurduğu dışlayıcı ilişkiye yönelik değil mi?

Kemalist proje, toplumsalla kurduğu ilişkinin başlangıcında hiç kuşkusuz ikinci stratejiyi izlemiştir. Dayatılan modernleşmeci projenin toplumsalda karşılığı sınırlıdır. Bu nedenle de yukarıdan aşağı bir toplum inşasını öngörmüştür. Ancak bu tercih açısından birçok sol liberalin de görmek istemediği bir nokta önemlidir; Kemalist Proje’nin sahiplendiği aydınlanma ve modernite projesi, dâhil olunmak istenen daha geniş bir dünyanın tercihi olarak çoktan kendisini dünyaya dayatır hale gelmiştir.

Dışarıdaki koşullar ne olursa olsun, ülkenin toplumsal koşulları aydınlanmacı/modernite projeye dikkate değer bir direnç üretmiş ve bu projenin yukarıdan aşağı dayatılması toplumsal alanda kayda değer bir hoşnutsuzluğun birikmesiyle sonuçlanmıştır. İkinci Dünya Savaşı biterken, artık siyasalla toplumsal alan arasında bir temsil krizi vardır.

CHP’nin merkezinde olduğu bu kriz iki aşamada çözülmüştür. Birinci aşamada, demokrasiye geçilmesi ve CHP’nin iktidardan uzaklaşmaya razı olması siyasal sistemin temsil krizini çözmüştür. İkinci aşamada ise CHP, kendi temsil krizini modernite projesini radikalleştirip, daha önce dışarıda bıraktığı toplum kesimlerine yakınlaşmaya başlayarak çözmeye yönelmiştir. CHP’nin 1970’li yıllarda belediyelerin büyük bölümünde iktidar, ulusal düzeyde de zaman zaman iktidarın parçası olabilmesi kurulan bu bağların bir sonucudur.

Diğer bir anlatımla; demokrasiye geçiş ve toplumun geniş kesimlerine açılma, Kemalist projenin başlangıçta yöneldiği ikinci stratejiden üçüncü stratejiye geçmesine de olanak sağlamıştır. Askeri rejimin gerek demokrasinin, gerekse toplumsal açılımın önünü nasıl kestiğini ve bugüne nasıl geldiğimizi yeterince biliyoruz!

AKP/Erdoğan projesine dönecek olursak; açık ki, bu projenin toplumsal alanda sahip olduğu destek Kemalist projenin erken aşamalarında sahip olduğu toplumsal destekten çok daha geniş; ama şu da bir gerçek ki, bir o kadar da bu projenin karşısında duran toplum kesimleri var. Görünen o ki bu kez siyasal alanla toplumsal arasında oluşan temsil krizinin merkezinde AKP/Erdoğan projesi var.

Referandumun bir fırsat olarak görüldüğü açık; AKP/Erdoğan projesi aldığı desteği ve iktidar olanaklarını kullanarak diğer % 50’ye kendi projesini dayatarak bu krizi aşmak istiyor.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi Kemalist proje temsil sorununu demokrasiye geçip, dışladığı kesimlere açılarak, yani ikinci stratejiden üçüncü stratejiye geçerek çözdü. Oysa AKP/Erdoğan projesi tam tersi yönde ilerliyor; aydınlanma/modernite projesinin bir reddiyesi olarak kendi dışındaki toplumsalla ilişkilenebileceği demokratik mekanizma ve araçları hızla ortadan kaldırıyor. Aynı reddiye, demokrasi yanında, AKP/Erdoğan projesinin karşısında duran eğitimli, laik ve modern yaşam biçiminde sahip kesimlerle müzakereye girmenin kültürel zeminini de yok ediyor. Diğer bir anlatımla; AKP/Erdoğan projesi toplumla ilişkilenişi bakımından üçüncü stratejiyi izleme “iddiasını” son dönemde tümüyle bir yana bırakıp, hızla ikinci stratejiye yöneldi.

Özetlemek gerekirse; referandum süreci bu temsil krizi ve gerisindeki bölünmeyi daha da belirgin hale getiriyor. Ama daha da önemlisi “evet” çıkarsa, bu kriz ve bölünmenin aşılmasına olanak sağlayacak demokratik mekanizmalar da ortadan kaldırılmış olacak.

İronik; böldürmeyelim diye diye memleketi giderilemeyecek bir bölünmeye götürüyorlar, hem de tam ortasından!