Cannes Film Festivali’nden günlük yazı gönderirken, sinema sevdasının bu köşeye bulaşmasına şaşırmamak gerekir. Festivalde çok

Cannes Film Festivali’nden günlük yazı gönderirken, sinema sevdasının bu köşeye bulaşmasına şaşırmamak gerekir. Festivalde çok konuşulan iki “siyasi” filmden söz etmek istiyorum. İlki hiciv sanatçısı ve yönetmen Sabina Guzzanti’nin “Draquila-Titreyen İtalya”sı, diğeri ise 80’lik sinema devi, Fransız yeni dalgasının temel taşlarından Jean-Luc Godard’ın “Film Socialism”i. “Draquila”, anlamışsınızdır, “Dracula” ile “Aquila” isimlerinin birleşmesiyle üretilmiş bir kelime oyunu. 2008 Mayıs’ında İtalya’nın L’Aquila kasabasında meydana gelen depremin devlet tarafından ele alınmasından hareket eden Guzzanti, İtalya’daki iktidarı ve devletin tehlikeli sapmalarını hedef gösteriyor. Film belgesel sinema dili olarak eksikler gösteriyor. Giderek filmlerini izlemez olduğum Michael Moore’un üslubuna büyük benzerlik içeren film neyse ki “doğru savı savunan propaganda filmi” olmaktan kıl payı kurtulmuş. Oysa Guzzanti’nin elinde son derece değerli belgesel malzeme olduğu belli. Ne var ki, sinematografik değerlendirmesini bir yana bırakırsak, İtalyan Kültür Bakanı’nı festivali protesto ederek Cannes’a gelmekten vazgeçirecek kadar etkili olabildiyse, şimdiden istenilen sonuca yaklaştı demektir. Film, genç (hayat) kadınlar(ın)a düşkünlüğü yüzünden bozulmakta olan imajını ve siyasi gafları yüzünden düşmekte olan kamuoyu desteğini yükseltmek için Başbakan Silvio Berlusconi ve “Sivil Koruma”nın içindeki kendisine yakın çevrenin depremi nasıl araçsallaştırdıklarını anlatıyor. Depremzedelerin altı ay boyunca gereksiz yere çadırkentlere mahkûm edilmelerinin nedeni, bu süre içinde inşa edilen konutların büyük şatafatla, hem de Berlusconi’nin doğum gününde devredilmelerini “mucize” olarak göstermekmiş. Film aynı zamanda Berlusconi ve yakın çevresinin 150 milyar dolarlık yıllık cirosuyla, İtalyan GSMH’sinin yüzde 15’ini temsil eden Mafya ile ilişkilerini de gözler önüne seriyor. İtalya’da yaşananlar tam anlamıyla diktatörlük değil, demokrasi de değil ama. İtalya demokrasi rejiminden adı henüz konmamış bir sisteme doğru gidiyor” diyor Guzzanti. İşin acı tarafı, “bunların hepsi düzmece” diyerek Berlusconi’den asla vazgeçmeyeceklerini haykıranlar kendi çevresi değil, depremzedeler dahil İtalyan halkının büyük çoğunluğu…
Filmin ismi zaten neredeyse her şeyi söylüyor: “Film Socialisme-Özgürlüğün Bedeli Ağırdır” İsviçreli usta Godard’ın son filmi. İlk karede yaşlı adam ile genç kadın arasında geçen mini diyalog aslında filmi özetliyor. “Para bir kamu malıdır”, “Su gibi mi?”, “evet”, “e o zaman?”. Film “Böylesi şeyler”, “Avrupa Nereye?”, “Bizim İnsanlıklarımız” adlı üç bölümden oluşuyor. Mısır, Filistin, Odessa, Yunanistan (Godard kelime oyunu yaparak “Hell As” diyor), Napoli ve Barselona kentlerine uğrayan bir gezi teknesi ve kapanmakta olan bir aile tamirhanesinin öyküsü aracılığıyla sinemanın 80’lik anarşisti, hiciv ağırlıklı bir para, sermaye, devlet, Batı toplumu, Avrupa eleştirisi yaratmış. “Para insanların gözüne bakmamak için icat edilmiştir”; “Avrupa’yı mutlu görmeden ölmek istemiyorum”; “Avrupa Fransız yazarların, Alman filozofların ve İtalyan şarkıcıların yeriydi”; “Devletin rüyası yalnız olabilmek, bireylerin düşü ise çift olabilmektir”; “Altın Batı İslam’ının belirleyici silahı” Godard’ın “konuşan heykellerine” (filmdeki oyuncuları kendi nitelemesi) söylettiği sloganlardan bazıları. “Yasalar adil değilse, adalet yasanın önüne geçer” filmin son karesindeki saptama. Godard Türkiye’yi de mi yakın takibe almış acaba?