Geçen hafta sonu Birleşik Metal-İş sendikasının düzenlediği bir toplantıya katıldım; toplantının bir amacı da sendika üyelerinin kimlik özellikleri ve eğilimleriyle ilgili bir araştırmayı paylaşmak ve tartışmaktı.

Araştırma, Birleşik Metal-İş sendikasının 1990’lardan buyana yaptığı araştırmaların devamı niteliğinde; geçmişten bugüne sendika üyelerinin ne ölücüde ve nerelerde değişim geçirdiğini görmek açısından da anlamlı.

Ortaya çıkan sonuçların dikkat çekici yönleri çok. Bir kaç örnek vereyim: üyeler arasında 18-39 yaş arası, yani gençler çoğunlukta. Yüzde 60’ ı ücretli-yevmiyeli olarak çalışan bir aileden geliyor; yani ikinci kuşak işçi. Büyük çoğunluk (yüzde 84) borçla yaşıyor. Bu durum geçinme zorluklarının nedeni olduğu gibi, tüketim toplumuna uyumlarının bir göstergesi olarak da dikkat çekmekte.

Önemli bir bulgu da, kimliklerini tanımlarken din ve milliyet gibi ögelerin öne çıkmasıyla ilgili. Sosyoekonomik konumun, bir anlamda emekçi ya da sınıf kimliğinin ötelendiğini gösteren bu aidiyet seçiminin, yalnız sendikal etkinlik açısından değil, emeğin toplumsal-siyasal bir güç kazanmasının önünde önemli engeller oluşturduğuna da kuşku yok.

Benim açımdan dikkat çeken bir sonuç da, sendika üyelerin siyasete ilişkin yaklaşımları oldu. Özetle, işçilerin çoğu “sendikalar siyaset yapmasın” demekteler!... Kısaca, “sendikalar o veya bu partiden yana olmasınlar yönünde” bir eğilim öne çıkmakta. İşçiler arasında bu yaklaşım yeni bir şey değil. Daha önceki araştırmalarda da benzer sonuçlar söz konusuydu; bunları “Değişen İşçi Profili” başlıklı bir yazımda da değerlendirmiştim.[1]

Örneğin Birleşik Metal-İş Sendikasının 90 ortalarında yaptığı araştırmada, işçilerin yüzde 45’i “sendikalar politikayla uğraşmasın” diyorlardı; ama, yüzde 51’inin “sendikalar işçi haklarını korumak için gerekirse politika yapmalıdır” gibi bir eğilim de söz konusuydu. Bu son araştırma, sendikalar siyasetle uğraşmasın diyenlerin arttığını (yüzde 67) gösteriyor ki, yol açtığı sorunlar açısından üzerinde durulmayı gerektirmekte.

Kuşkusuz bu eğilimin gerisinde, partiler üstü sendikacılık, sendikalar için “siyasetle uğraşma” yasakları, ideolojik yaklaşımların “öcü” haline getirilmesi ve geçmişten bugüne tüm sağ hükümetlerin hak arayan kesimleri “siyaset yapmak” la suçlaması, neoliberal politikaların acımasızlığı, işsizliğin yoğunluğu gibi birçok etkenin varlığını biliyoruz.

Hükümetlerin, kendilerinden yana olanlara siyaset yapma yolunu ardına kadar açarken, karşı yönde hak aramaya kalkanlara “siyaset yapma” tehdidi savurmaları yalnız emekçilerle sınırlı değil kuşkusuz. Aynı sözlerle azarlanan birçok meslek odası, sivil toplum kuruluşu var. Son olarak, Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Faruk Özlü’ nün zeytin üreticilerini “siyaset yapıyorsunuz “diyerek suçlayıp susturmaya kalkıştığını gördük.

Zeytin değil “tesis” isteyenler istedikleri gibi konuşup siyaset yapacaklar; zeytin, toprak, su, kıyı, tarih diye kaygılananlar ise “siyaset yapıyor” diye suçlanıp susturulacaklar. Anlayış bu!...

Siyasal bilinci kırılan emek ve sonuçları...

Emek konusuna dönersek, bu yöndeki eğilimleri nereye bağlarsak bağlayalım, ortaya çıkan sonucun yalnız sendikaların güç kazanması açısından değil, genel olarak emeğin, yani ücretli olarak çalışan herkesin haklarını korumak açısından engel olmanın ötesinde, ciddi bir köstek olduğunu görmek gerekiyor.

Bu durumun, işverenler ile hükümetlerin çok işine geldiğine de kuşku yok. İşçiler ve sendikalar emek adına yapmaları gereken siyasetten uzaklaştıkça, -sendikal faaliyete tümüyle son verilmese de- hem sendikal kapsam gelişememekte hem toplumsal tabanını oluşturamayan sendikacılığın güçlenmesi mümkün olmamaktadır. İstenen de budur!... Ancak bu koşulların, yalnız sendikaları değil, ideolojik-siyasal kökenlerinden uzaklaştığı için genel olarak emeği zayıflattığını da unutmamak gerekir.

Çünkü, emek ve sendikalar toplu sözleşme veya ücret sendikacılığı ile işyerlerinde bazı haklar elde etseler de, güçsüzlükleri nedeniyle pazarlık güçleri sınırlı kaldığı gibi, siyasal iktidarları etkileyecek toplumsal-siyasal bir güce ulaşamadıklarından elde ettiklerini bile korumakta zorlanmaktadırlar.

Örneğin, bugün olduğu gibi, grevlerin ertelenmesi, kiralık işçilik gibi bir düzenlemenin getirilmesi, işsizlik fonunun işsizlerden çok hükümeti destekleyen bir fona dönüşmesi ve bugün kıdem tazminatının fona devredilmesi gibi tartışmaların ortaya çıkmasının gerisinde, işte bu toplumsal-siyasal güçsüzlüğün yattığı yadsınamaz.

Ne yazık ki, ülkemizdeki emeğin büyük kısmı bu basit gerçeği görmekten uzak. Bir başka deyişle, din ve milliyet derken yaşam ve çalışma koşullarının kötüleşmesindeki rollerini göremiyorlar!

Özetle, başka etkenler olsa da, emeğin bugünkü kayıpları ile benimsedikleri yaklaşım ve anlayış arasındaki ilişki büyük. Yani, sendikacılık güçlenemiyor ve emekten sürekli taviz isteniyorsa, bu gidişte, onların “sendikalar siyasetle uğraşmasın” diye düşünmeleri ile kendilerini sosyo-ekonomik varlıkları dışında bir aidiyetle tanımlamalarının payı görmezlikten gelinemez.

Hiç bir ülkede –en gelişmiş ekonomilerde ve güçlü sendikaların olduğu ülkelerde bile-toplu sözleşmeyle sınırlanan bir sendikacılık emeği ekonomik-siyasal kayıplara karşı koruyamıyor. Buna, ancak emeğin toplumsal-siyasal güç olmasıyla karşı durulabilmekte. Böyle bir güçlenme içinse, kimlik ve aidiyet seçimi ile ideolojik-siyasal duruşta “emekçi” kimliğini öne çıkarmaktan başka yol yok.

[1]Meryem Koray, “Değişen İşçi Profili. 1990’larda Endüstri İşçisinin Kimliği ve Çalışma yaşamı”, 75 Yılda Çarkları Döndürenler; der. Oya Baydar, Gülay Dinçel, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul, 1999.