Kişilerin ve kimliklerin etrafından dönen bir seçim daha bitti. Kişiler ve kimlikler etrafında. Çünkü seçilen ve kazanan kişiler. Kazanan kimlik siyaseti. Türk İslam Sentezi, Kürt İslam Sentezi. Kazanan İslamcılık, dincilik ve milliyetçilik. Kazanan hamaset ve sağ popülizm. Kaybeden ise siyaset. Siyasetin evrensel, toplumcu ve insani değerleri. Kaybeden halk. Yurttaşlık hakkı... Kaybeden “ötekiler” ve eşit yurttaşlık. Kaybeden işçi, öğrenci ve kadın… Kaybeden laiklik, emek, demokrasi, adalet, barış ve özgürlükler… Dualar kazandı. Allah adına siyaset yapanlar, oy ve yetki isteyenler kazandı. Tek adam kazandı. Halk kaybetti. Ayrımcılık, dışlama ve nefret söylemi kazandı. Toplumsal barış, kardeşlik her seçim kaybediyor. Tek tek adamlar kazanıyor. Siyasetçi kazanıyor. Halk ise kazanan siyasilerin zaferine sevinen taraftar haline geliyor. Çünkü siyasetin toplumsal rolü, halkı salt “seçmen” konumuna getiriyor.

Seçimler kamucu ve toplumcu bir siyasetin kazanması için mi yoksa siyasetçilerin seçilmesi için mi yapılıyor? Neden toplumsal olan kazanmıyor? Para kazandı, emek kaybediyor. Sermaye ve patron kazanıyor, işsiz, yoksul ve işçiler kaybediyor. Siyaset değil, siyasetçi toplumsallaşıyor. Siyasetçilerin adı, partilerinden önce geliyor. Nasıl bir siyaset savunduklarını ise, eklektik ve popülist siyasetlerinden anlayamıyoruz. Düşünce, kamuculuk, sosyal devlet, laiklik, emeğin hakkı ve eşit yurttaşlık hakkını ıskalıyoruz. Kimliklere ve kişilere oy vermek zorunda kaldığımız bir cendereye sıkıştırılıyoruz. O nedenle siyasetin dili, laiklik, emek ve eşit yurttaşlıktan daha çok, “din”, “dil” ve “ben” için ‘oy’ talebine dönüşüyor.

“Beni desteklerseniz”, “Benim arkamdan yürürseniz” ya da seçildiklerinde kişisel marketing için gönderdikleri ilk mesajları “Milletvekili seçildim” oluyor. Siyaseti “ben” benciliğine ya da siyaseti kimlik siyaseti içine sıkıştırıyorlar. Oysa “ben” siyaseti ile “biz” siyaseti ve medeniyeti kurulamaz. Kimlik siyasetinin kaçınılmaz sonucu olan, toplumsal kutuplaşma engellenemez. Herkesin dilini, inancını ve kültürünü özgürce yaşaması bir yurttaşlık hakkıdır. Kültürel kimlik, yurttaşlık haklarının doğal bir parçasıdır. Türkiye’de olduğu gibi, siyaseti kimlik içine sıkıştırmak yerine, kültürel kimliklerin eşit haklar talebini sol siyasal mücadelenin bir parçası ve vazgeçilmez talebi olarak görülmelidir.

Bunun için solun laiklik mücadelesi, eşit yurttaşlık ve eşit haklar talebi ve emek mücadelesi ile birlikte ele alınmalıdır. Siyaseti yurttaşlık hakları ve emek eksenli toplumsalaştıramadığımız sürece, kişi ve kimlik siyaseti üzerinden sağın iktidarı ve yüzde 70 civarındaki toplumsal gücü kalıcı olacaktır.

Yeni rejimin geleceği

OHAL koşularında, adil ve eşit olmayan seçiminin ardından, sandıklar açıldı. Muharrem İnce’nin başarısı ve HDP’nin barajı aşması önemlidir. Ama yetersizdir.

Sonuçlar toplumun yarısını memnun ederken, diğer yarısını etmedi. Halkın yarısı AKP’den memnun değil. Kendisini dışlanmış ve ötekileştirilmiş hissediyor. Erdoğan iktidarı, bundan sonra da toplumsal kutuplaşma, kimlik siyaseti ve gerilimden beslenen siyaset tarzını sürdürecektir. Kendi tabanını ancak böyle konsolide ediyor.

AKP ve MHP, Türkiye’de sağın ancak, çoğunlukçu kimlik siyaseti üzerinden kalıcı olacağını biliyor. Yeni dönemde İslamcılık siyaseti, yerini belirgin olarak Türk İslam sentezinden beslenerek yürütecek gibi. Erdoğan iktidarı, yeni rejimin kurumsallaşması, güvenlik siyaseti, ekonomik krizin yönetilmesi için, MHP’nin desteğine mecbur. Dolaysıyla Cumhur İttifakı’nın önümüzdeki süreçte, birlikteliğininin sürecektir. AKP-MHP, farklı kimliklerin, eşit haklar talebini sıcak bakmayacak. Türk İslam Sentezi üzerinden sürdürdükleri ayrımcılık, dışlanma ve ötekileştirme siyasetine devam edecekler. Erdoğan, başkanlık sistemini elde ettiği için ve yeterince güç elde ettiği için yönetimde otoriterleşme daha da hissedilebilecek. Kürt Sorunu’nda güvenlikçi siyaset devam edecek gibi. Çünkü MHP ve İYİ Parti’nin koşullu ya da koşulsuz desteğini alabileceğini biliyor.

Yargı bağımsızlığının ve güçler ayrılığı fiilen bitirildiğine tanık olduk. Yeni rejim ile bunun kalıcılaştırılması ve kurumsallaştırılması gündeme gelecektir. Dahası, denge ve denetleme ilkesinin, yeni rejimin uygulamalarında fiilen mümkün olamayacağına dair analizler boşuna değil. Çünkü yeni anayasa ile Erdoğan’ın tüm yetkileri elinde toplamış olacaktır. Eğer önümüzdeki günlerde OHAL kaldırılmış olsa bile, bir şey değişmeyecektir. Yeni sistemde Erdoğan, OHAL hükmünde kararname çıkarma yetkisine sahip olacaktır.

Bugün dünden çokta farklı değil. Kaybedilmiş bir şey yok ama kazanılacak çok şey var. Bu nedenle umutsuzluğa, karamsarlığa ve yılgınlığa fırsat vermemeliyiz. Sonuçlar moralimizi bozmamalıdır. Aksine eksiklilerimizi görmemize fırsat sunuyor. “Daha iyisini nasıl yapabiliriz” diye sormalıyız. Solun diğer ülkelerde toplumsallaşma gücü ve birikimine bakarak, bizde başarabiliriz ve başarmalıyız. 24 Haziran öncesi sokakları dolduran milyonlar halen bu ülkede bir umut peşindeler. Milyonlara yeniden “merhaba” demek için çok yol ve fırsat var. Yeter ki siyaseti kişiselleştirmek yerine toplumsallaştırmak ilkesinden vazgeçmeyelim.

Çözüm sandık değil, toplumcu siyasettir. Önemli olan da vekillik değil, halktır.