Hiç yabancısı olmadığımız bu politikanın Türkiye’de hâlihazırda şöyle bir karşılığı var: “Şimdi siyaset yapmanın zamanı değil” (!) AKP’nin kurguladığı 'milli siyaset' argümanı, tam bu noktada işlevsel bir araca dönüşüyor. Örneğin deprem vergilerinin nerede olduğunu sormak, bu sınırlandırılmış siyaset içerisinde milli birliğe karşı çıkmakla eş değer olabiliyor.

Siyasetsizlikte muhalefet ya da siyasetsizliğe muhalefet

İLDA ALÇAY SEPETOĞLU

Eleştirileri hatırda tutmak kaydıyla, sanırım şunu söyleyebiliriz. Agamben, istisna halinin 'normalleşmesi' konusunda haklıydı. Özellikle de Türkiye’nin güncel tablosunu göz önüne getirdiğimizde bu düşünceyi daha iyi anlayabiliyoruz sanki. Bugüne değin ihtimal veremediğimiz pek çok politik ve/veya toplumsal krizin, travmanın, yasakların, ölümlerin artık 'olağanlaştığı' bir aşamaya evrildiğini görüyoruz. Her şey insanı uyuşturan bir akışta seyrediyor gibi. Normalin sınırları, muhtemel ki ilk kez bu denli zihnimizde muğlaklaşıyor. Geçmiş ve bugün arasındaki fark da öyle. Tarihi olmayan veya tarihin sınırlarının tekrar belirlendiği, her şeyin yeniden yazıldığı, kavramların ve anlamlarının el değiştirdiği bir köksüzlük hali hüküm sürüyor.

Peşi sıra yığılan her şok edici haberde, henüz birini anlayamadan bir diğerinin duygu durumuna sürükleniyoruz. Onca olay içerisinde acaba en son hangi habere gerçekten şaşırabildik? Hangi sıra dışı haberde korku, şaşırma, öfke, sevinç, üzüntü ya da umudu, sıradan bir tweetin beğeni alma sürelerinin dışında deneyimleyebildik? İnsan düşünmeden edemiyor.

Nitekim hiçbir öfke ya da tepki hali uzun vadeli politik çözümleri üretmemizi sağlamıyor. Başka deyişle, hiçbir itiraz, sınırlarını iktidarın hareket alanından bağımsızca üretebildiğimiz alternatif, muhalif politik çizgide yeniden kurulamıyor. Sonuçta, muhalefetsizliğin keyfini süren iktidar, her ne kadar meşruluğunu yitirse de yeni tahakküm araçlarıyla varlığını korumayı başarıyor. Bu da bizi bitimsizmiş gibi algılanan bir zamanda bekleyişe zorluyor.

Genel anlamda mevcut tıkanmışlığın sebebinin, yalnızca toplumsal duyarsızlaşma halinden kaynaklandığını düşünmüyorum. Aksine, örneğin özellikle Gezi Direnişi’yle başlayıp ilerleyen dönemde hayli hissedilir hale gelen kitlesel huzursuzluk ve iktidarın meşruluğuna yönelik cüretkâr eleştiriler, akacağı mecrayı bir türlü bulamayan fakat bir yandan kendi içinde öfkesini biriktirirken bir yandan da çeşitli araçlarla sesini yükseltmeye çalışan kuvvetli bir itiraz alanını her geçen gün daha da genişletiyor.

Bununla beraber, dışarıdan bakıldığında, politikanın dört yanımızı sardığı bir tablo da duruyor karşımızda. Kadın cinayetleri, iş cinayetleri, yoksulluk kaynaklı intiharlar, grevler, deprem, istismar yasası, politik krizler (istifalar-seçimler) ve süregiden ekonomik kriz… Yetişmeye çalıştığımız gündemlerin sadece bir kısmı. O halde şu soruları sormak gerekiyor: Hayatımızın hemen her parçasının bu denli siyasallaştığı -ve siyasal olanın belirleyici olduğu- bir evrede, nasıl oluyor da bu itirazların sesi etkin bir kuvvet olamıyor? Muhalefet etme biçimlerimiz ve sınırları neye göre şekilleniyor?

Bu gibi soruların çok yönlü ve karmaşık cevapları olmakla beraber, yazının başında paylaştığım tespiti akılda tutarak yanıt üretmeye çalışırsak eğer, AKP’nin siyasetsizleştirme politikası, üzerinde düşünmeye hayli değer bir uğrak olacaktır.

YÖNETEMEMENİN SİYASETİ

Siyasetsizlik, en genel anlamda siyasetin konusu olabilecek alanların genişletilmesi veya daraltılmasıyla ilgilidir. Bu bakımdan, siyasallaştırma ve siyasetsizleştirmenin bir sürekliliğin iki zıt kutbunu oluşturduğu söylenebilir. Bu süreklilik içerisinde, en yalın haliyle, siyasallaştırma siyasal alanın genişletilmesi iken, siyasetsizleştirme ise siyasetin konusu olabilecek ve tüm toplumsal kesimleri ilgilendirebilecek konuların kamusal tartışmaya ve müzakereye kapatılması olarak kabul edilir.1 Dolayısıyla siyasetsizleştirme, siyaseti ortadan kaldırmaktan ziyade, kararları alan kesim ve süreçle doğrudan ilişkilidir. O halde burada siyasi iktidarın keyfi müdahalelerine açık bir politika alanından bahsettiğimizi tespit edebiliriz.

Bununla beraber, siyasetsizleştirme politikasının iktidara çok kullanışlı ve hareket alanı geniş bir imkân verdiği, AKP politikalarına bakıldığında çok açık biçimde görülebilir. Yönetemediği ve başa çıkamadığı her kriz ve toplumsal patlamanın yükünü 'öteki' üzerine bırakmak, örneğin... Böylece aslında geniş toplumsal kesimler için 'kriz'le özdeşleşmeden, kendi politikasını, yarattığı 'düşman'la mücadele zincirinin parçası olarak, yeniden üretiyor. Yakın zamanlardan bir örnek hatırlayalım; sağlık bakanına virüsle mücadele kapsamında -ki virüs de Erdoğan tarafından düşman ilan edilmişti ve milli beraberliğimize karşı onunla muhakkak savaşmamız gerekiyordu- alınan tedbirlerin yetersiz olduğunu söyleyen vatandaşlara karşı çıkanlar, bakanın kendisine çıkışan bir gazeteciye ne kadar da 'mütevazı'(!) yanıtlar verdiğini, kişisel 'fedakarlığı'ndan bahisle hararetle savunan geniş bir kesim vardı. Oysa kibarlık ne bir marifetti ne de salgınla mücadelede önemli bir eşik…

Normal şartlarda böylesi bir salgının yayılmasına karşı ilk sorumlu Sağlık Bakanı, ardından hükümettir. Aslında başlı başına siyasal bir süreçten söz ediyoruz ama üzerine konuşamıyoruz… Bu durum, kuşkusuz ki tesadüf değil. AKP’nin uzun yıllara yayarak inşa ettiği siyasete ve siyasal olana sınır koyma halinin bir uzantısıdır. Hiç de yabancısı olmadığımız bu politikanın Türkiye’de hâlihazırda şöyle bir karşılığı var: “Şimdi siyaset yapmanın zamanı değil” (!) AKP’nin kurguladığı 'milli siyaset' argümanı, tam bu noktada işlevsel bir araca dönüşüyor. Örneğin deprem vergilerinin nerede olduğunu sormak, bu sınırlandırılmış siyaset içerisinde milli birliğe karşı çıkmakla eş değer olabiliyor.

O halde siyasetsizleştirme, bir yandan işlevsizleştirirken bir yandan da ele geçirme ve işgal pratikleriyle, olaylara ve kavramlara kendi anlamlarını yüklüyor diyebiliriz. Daha somut anlatmak gerekirse, 23 Nisan kutlamaları için muhalif belediyelere dair AKP’nin tavrına bakmak yerinde olacaktır. Kadıköy Belediyesi 23 Nisan için 100. Yıl kapsamında, sokak sokak gezecek bir bando takımı hazırlamıştı. Böylece karantinada olsak da balkonlardan marşlara eşlik etmek veya günün anlamını yaşayabilmek için bir fırsat olacaktı. Ancak muhalif tüm belediyelerin kutlama programlarına engeller çıkarıldı. Sadece AKP’li belediyelerin etkinlikleri gerçekleşebildi. Diğer taraftan virüsle mücadele kapsamında yine muhalif belediyelerin topladığı yardımlara, 'devlet içerisinde devlet olmak' gerekçesiyle el kondu.

Eyleyebilen tek muktedir artık siyasi iktidardan başkası değil.

MUHALEFETSİZLİĞE MUHALEFET

Siyasetin araçlarının ve öznelerinin belirlenmesi hegemonya mücadelesinin bir parçasıdır. Dolayısıyla siyasal olanın ne olduğu bilgisi, siyasetsizlik siyaseti altında el değiştirirken yaşamımızın her anına, tarihine ve hatta geleceğine çizilen sınırların en önemli çıktısı bizi siyaset yapamaz hale getirmesi oluyor. Manevra becerilerimiz kontrolümüz dışındaki bir alana hapsediliyor. Öte yandan bu kontrolsüzlük, oyunun kurallarını da koymamıza engel oluyor. Bir gün önümüze gelen salgın haberini konuşurken ertesi gün sokağa çıkma yasağının dertlerine gömülüyoruz. Ama her koşulda hızla değiştirilen gündem uzun erimli, planlı bir mücadeleyi olanaksız kılıyor. Sonuçta, anlık tepkiler ve sosyal medya refleksleri ile sınırlı bir muhalefetsizlik muhalefeti çıkıyor ortaya. Böylece iktidar hem kendi makbul vatandaşını2 yaratıyor hem de makbul muhalefetini.

O halde önümüzde iki seçenek var: Ya iktidarın milli siyasetinin bir parçası olarak siyaset üstü bir alanda 'makbul' muhalifleri olacağız ya da sınırlarını, kavramlarını, biçimlerini şekillendirebildiğimiz 'yaramaz' bir sokak muhalefetin yollarını arayacağız. Aksi halde, Lenin’in isabetle vurguladığı gibi “Eğer siyasete müdahale etmezsek, siyaset öyle ya da böyle hayatınıza müdahale edecektir.”

1Emma Ann Foster, Peter Kerr, and Christopher Byrne, “Rolling Back to Roll Forward: Depoliticisation and the
Extension of Government”.
2Füsun Üstel, Makbul Vatandaş’ın Peşinde, İletişim Yayınları,2004