Efkan Ala’nın Anayasa’ya gösterdiği hiddeti anlamak lazım…

Kendisi bizleri isyana çağırıyor…

Bu anayasa milletin haklarını gasp etti, uyanın diyor…

Anayasaya bağlılık yemini etmemiş olsa da, kantarın topuzunu biraz kaçırmış görünüyor.

Kendimi bildim bileli, Türkiye’yi yönetenlerin en büyük sorunu anayasalardır…

Bu yalnızca bizim kuşağın hayatıyla sınırlı bir şey de değil…

Babamızın zamanında da, dedemizin zamanında da Türkiye’yi yönetenlerin en büyük sorunu anayasalardı…

İkinci Abdülhamit, Kanun-i Esasi’ye iki yıl bile tahammül edememişti…

Haklıydı…

Kanun-i Esasî adamın elini kolunu bağlıyordu. Memleketi babasından, dedesinden gördüğü gibi, olağanüstü koşullarda, olağanüstü yetkilerle yönetmeye alışmıştı…

Genç cumhuriyetin yöneticileri de bu alışkanlığı sürdürmekte bir beis görmediler… Cumhuriyetin kurucusu olmanın, savaştan çıkmanın, ekonomik bunalımın zorluklarını, olağanüstü koşullarda yönetmenin, olağanüstü koşullar yoksa da yaratmanın rahatlıklarıyla dengelediler… Yaptıkları yasaların anayasayla uyumunu denetleyecek bir yargı mekanizması olmadığı için de işleri kolaylaştı…

Anayasalara tahammül etmek zordur…

Çünkü anayasalarla yönetmek zordur…

Demirel’e bol gelen şey, Efkan Ala’ya ve Reisicumhur’a dar geliyor… İfade biçimlerinin farklı olması, aslında aynı şeyi söylüyor olmalarının üstünü kapatmıyor.

Demirel, anayasayı değiştirecek çoğunluğum yok deyip yakınıyordu. Bunlar biraz daha ileri gidiyorlar; çoğunluğu verin, yoksa kötü olur diyorlar…

Demirel, o küçük kitabı cebinde taşımaya başlamadan önce, kırk yıl üstünde tepindi. Şimdikiler kırk yıl ceplerinde taşıdıktan sonra üstünde tepinmeye başladılar… Çünkü değişen hükümleriyle birlikte 12 Eylül anayasası bile bir diktatörlüğe izin vermiyor… Ayak bağı oluyor…

Bizde Anayasa hükümlerine muhalif yasalar yapmak adettendir…

Bulursun çoğunluğu, yaparsın… Bulamazsan önce darbe yaparsın, sonra çoğunluğu bulursun… Onu da bulamazsan, hem çoğunluğu bulur, hem darbe yaparsın… Demokrasilerde çare tükenmez…

Bizde ahde vefa yoktur, bizde akitler bağlayıcı değildir…

1980’e kadar Demirel’in yapmak isteyip de beceremediğini 12 Eylülcüler yaptı… Önce yasaları değiştirdiler, sonra da bu yasalara uygun kaptı kaçtı bir anayasa tesis ettiler…

Şimdi ikinci, daha derin ve Kenan Evren’in yaptığından çok daha fazla sahtelikte İslamî jargonla yaldızlanmış yeni bir 12 Eylül vakasıyla karşı karşıyayız…

Korkut Özal, Akape iktidarının ilk yıllarında çok heyecanlanmıştı…

70’li yılların başında kuşa çevrilen 60 anayasasını bile beğenmiyor, 24 anayasasına geri dönelim diye akıl saçmak için televizyon kanallarını dolaşıyordu…

Peki, ne istiyordu?

Doğrudan 24 anayasasını istiyordu…

Tek parti istiyordu, tek şef istiyordu…

Yani kolay ve sorunsuz yönetmek istiyordu…

Bugünleri öngörüyordu…

Memleketi yönetenler özgürlük kelimesinden hep nefret ettiler…

Parti liderleri, başbakanlar, istisnalar dışında, anayasalara, kendilerini bağlayan sözleşmelere, imza attıkları uluslararası anlaşmalara hep düşmanlık gösterdiler…

Özgürlüğü içlerine sindiremediler…

Devleti şirket, kendilerini patron, halkı da kapıkulu sandılar…

12 Eylül’ün yönetme kolaylıklarından fazlasıyla faydalanan Turgut Özal böyle sandı…

Bazı tarihçilerin, adını Teşkilat-ı Mahsusa’yla, azınlık düşmanlığıyla birlikte andıkları Emin Sazak da böyle sandı…

“Ben bütçe görüşmelerini, bir anonim şirketin yıllık bilançosu gibi görürüm,” diyerek, daha 1945 yılında, bugünkü haleflerinin yolunu açtı…

Türkiye’de anayasal sistem bilincinin yarılması, hukukun bir toplumsal şizofreni alanı haline gelmiş olması, yeni bir hikâye değil…

Kalıtsal ve eski…

Akrabalıklara bağlı…

Ancak şimdi, yönetenlerin paranoyası ve depresyonuyla ağırlaşan bu yarılma bütün eski göstergelerden daha şiddetli ve daha geri dönülmez klinik sonuçlara işaret ediyor.

Yasallığın intihara bu denli yaklaşmış olması korkutucu…