Google Play Store
App Store

Protestoların ışığında çoğunlukla sorulan soru şuydu: Siyasi güveni tekrar sağlamak için neler yapılabilir?

Siyasi güven: Devletin ötesinde, birbirimize doğru

Carlos Delclós

Siyasetçilere ya da siyasi partilere duyulan geniş çaptaki güvensizlik, devletin toplum nezdinde meşruiyetini kaybetmesinin belirtisidir. Peki kime güveneceğiz?

10 Ekim Cumartesi günü Ankara’da Barış Mitingi için toplanmış yüzden fazla insan intihar eylemi sonucu katledildi. Türkiye topraklarında yaşanmış en kötü terör saldırısıydı bu. Miting sendikalar tarafından devlet yetkilileri ile PKK arasındaki barış lehine düzenlenmişti ve HDP de destek vermişti.

Saldırı sonrasında Türkiye hükümeti ‘güvenlik’ gerekçesiyle saldırının medyada yer almasını yasaklamıştı. Bu sırada, Twitter ve diğer sosyal medya platformlarına da erişim engellendi. Tüm engellere rağmen bazı yerel medya grupları bakanlığın yasaklarını tanımadı ve bir çok kişi sosyal medya platformlarına VPN ile erişim sağladı.

Guardian’da yer alan habere göre, Başbakan Ahmet Davutoğlu saldırının IŞİD, Kürt militanlarını ve radikal sol gruplar tarafından gerçekleştirilmiş olabileceğini söylemişti. Aynı saatlerde Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu mitingi organize edenleri suçlayarak “Bu gibi provokatörlere milletin dikkat etmesi lazım. Seçim zamanı milletin huzurunu bozmak isteyenler hep bu tür terörist eylemleri yapıyor” gibi skandal bir açıklama yapmıştı. Ancak bu yazı Ankara’daki terör saldırısıyla ilgili olmayacak. İnsanları “siyasi güven” dedikleri bir kavram hakkında olacak. Bu güven genelde; siyasetçiler rakiplerine oylarını artırmak için sürekli olarak “terörist” demesiyle ya da yaşanan bir vahşetten sonra devletin ilk tepkisinin muğlak bir güvenlik mantığıyla bilgi erişimini kısıtlamasıyla sarsılan bir şey.

Avrupalılar için bu tepkinin sadece Türkiye’nin otoriter rejimine özgü olduğunu, böylesi beceriksiz bir yaklaşımın AB üyesi ülkelerde yaşanmayacağını düşünmek oldukça cazip geliyor. Ancak bu sadece ırkçı değil aynı zamanda yanlış bir düşünce.
11 Mart 2004’te 193 kişinin öldüğü bin 858 kişinin de yaralandığı Madrid tren bombalamalarında İspanya Hükümeti (O zaman José María Aznar’ın Halk Partisi liderliğindeydi) İspanya halkına saldırının Bask Vatanı ve Özgürlük (ETA) Örgütü tarafından yapıldığını söylemişti; ancak bu bir yalandı: saldırıların El-Kaide tarafından yapıldığını biliyorlardı. Aynı Türkiye’de olduğu gibi genel seçimlere yönelik bir hamleydi bu. Aznar hükümetinin bu hikâyeyi uydurmasının sebebi seçimlerde oylarını artırmaktı.

Bu, Halk Partisi’nin rakiplerine terörist damgası yapıştırdığı son olay olmadı. İspanya’da barışçıl sivil itaatsizlik eylemleriye bilinen sosyal bir hareket olan Mortgage Mağdurları Platformu (PAH), Halk Partisi’nin vatandaşların girişimiyle oluşturulan yeni tüzüğü reddetmesiyle siyasetçilerin evlerinin önünde protestolar yapmıştı; birçok Halk Partisi resmi yetkilisi protestoculara ve sözcülerine medya aracılığıyla “teröristler” ve “Naziler” demişti. Solcu bir parti olan Podemos ile aralarındaki ilişkilerde de benzer bir yaklaşımı benimsemiş, Podemos’u sürekli ETA sempatizanı olmakla suçlamışlardı.
Son yıllarda Tunus, Mısır, Yunanistan, İspanya, Türkiye ya da Brezilya’da ve çoğunlukla halkın desteğini almayan yasalar ile yolsuzlukların birleşiminden ortaya çıkan muhalefete bağlı olarak yaşanan protesto dalgaları sonucunda “siyasi güven” kavramı giderek daha fazla ilgi görmeye başladı. Bu protestoların ışığında çoğunlukla sorulan soru şuydu: Siyasi güveni tekrar sağlamak için neler yapılabilir?
Ancak bu bağlamda sorulan bir soru siyasi güven tanımını dar bir çerçeveye oturtuyor; bu bağlamdaki bir soru siyasi güveni, içinde bulundukları maddi gerçekliklere göğüs geremeyen siyasi kurumlara duyulan güven ile aynı kefeye koyuyor. Siyasi eylemi (ve güveni de bir eylem olarak ele alırsak) resmi kurumların ötesinde varolan bir şey olarak ele alırsak ne olur?

Büyük çapta protestoların yaşandığı ülkelerde halk hareketleri, devlet ve devlet üstü kurumlar tarafından sadece karşılanmamış aynı zamanda kişisel çıkarlar için satılmış ortak ihtiyaçlar etrafında toplanan sıradan insanlar arasında siyasi güven oluşmasını sağladı.

2010’un sonlarında sokakların, barınma, kamu alanları, su, sağlık hizmeti, eğitim, kültür, bilgi ve bunun gibi daha bir çok ortak ihtiyaç etrafında ortaya çıkan karşılıklı yardım ve dayanışma hareketleriyle dolduğunu gördük. Ve bu hareketler çoğu zaman insanların birbiri için risk almasını gerektiren koşullar altında ortaya çıktı.

Çoğu durumda devletler bu hareketlere, insanlar arasındaki bağları iftira ve baskı ile istikrarsızlaştırmaya çalışarak cevap vermiştir. Ancak bu çabaları devletlerin halk nezdinde meşruiyetini kaybetmesinin bir işareti olarak görülmeli; siyasetçilere ve siyasi partilere duyulan güvensizlik bunun bir belirtisidir. Bu noktayı örnekledirmek için Ankara’ya geri dönelim. The Guardian’ın yukarda belirtilen haberinde görgü tanıklarının ifadelerine göre ambulanslar saldırı alanına hemen erişememişti çünkü polis yaralılarının alandan hızlıca tahliye edilmesini önlüyordu.

Bu ifadeleri destekleyen bir çok videoyu internette bulabilirsiniz, videolarda eylemciler ambulansların geçmesi için bir koridor oluşturmaya çalışırken polisle karşı karşıya geliyorlar. Tekrardan, insanlar devletin güvenlik güçlerine karşı koyarken birbirlerine güveniyorlar ve bu derinlemesine siyasi bir durumdur. Belki de alanlara “üşüşen” insanlar içinde, ambulansların içindeki işçiler ve insanlar arasında gelişen bağlara güvenmek, geri çekilen polislerin parçaladığı bağlara güvenmekten çok daha akıllıca olur. Son olarak sormamız gereken soru insanların neden remi kurumlara daha az güvendiği değil de, bu kurumların insanlara neden güvenmediği olmalıdır.

Çeviri: Anıl Ersoy