Ödüllü Köprü Kitaplar koleksiyonunun 27. kitabını, 1980 sonrası şiirimizin usta isimlerinden Haydar Ergülen kaleme aldı. “Şu Benim Mavi Babam” Türkiye’nin son 60 yılına ilişkin çok renkli ve çarpıcı bir portre çiziyor.

Siz hiç gökyüzü okuluna giden bir çocuk gördünüz mü?

DENİZ SESSİZ

Haydar Ergülen "Şu Benim Mavi Babam”da babasıyla anılarını lirik bir dille anlatırken, Türkiye’nin son 60 yılına ilişkin çok renkli, çok katmanlı bir izlek yaratıyor. Ergülen ile kitabını ve duygularını konuştuk.

Duyguların ya da insanların rengi olması nasıl bir şey?
Duyguları renklerle yorumlamak, ifade etmek yapılagelen bir şey. Kırmızı tutkunun, yeşil muradın, turuncu neşenin... diye sürer. Mavi de en çok özgürlüğün rengi olarak bilinir. Özgürlük; iyilik, açıklık, cömertlik, güleryüz, şefkat, anlayış, duyarlılık gibi kavramları da içerir bana göre ve daha başka şeyleri de. Ben de babamı bunların hepsine yakıştırdığım için maviyi de ona yakıştırdım.

Babanızla aranızdaki bağın gücünden de söz etmek gerek. Bu tür güçlü bağları anlatmak bazen zordur. Siz babanızla olan ilişkinizi ve anılarınızı anlatırken nasıl hissettiniz?
Babalar erken gider. Benim babam da 68 yaşına yeni gelmişti gittiğinde. Son 13 yılında kanserle boğuştu, öncesinde de yaşamla, işle güçle. Gül annemle birlikte, dile kolay, 6 çocuk büyüttüler. Bu bile birden çok ömür ister! Oto tamircisiydi, çalışkandı, “durmayalım, düşeriz” derecesinde hareketliydi. Candan, ilgili, dost bir insandı. Çok “baba” bir abiydi! Abim gibiydi, o yüzden iki kere üzüldüm, hem dost babamı hem can abimi yitirdim çünkü. Anılarımız hem taze, sıcak hem de anması sevinç veriyor. İkimiz de eski çocuklardan olduğumuz için kitabı çok severdik, bu nedenle ona verebileceğim en iyi armağan kitaptı. Yazdım ve bir de kitabımız var artık anılarımıza, yakınlığımıza eklenen.

Değişim, sancılı süreçler, büyümeler… Kitaptaki anıları okuyan gençler için hem bir portre hem de bir yakın tarih okuması olacak diyebilir miyiz?
Umarım dediğiniz gibi olur. Kitapta yakın tarihle ilgili, hiç kuşkusuz benim yaşamımı da etkileyen hayli anı, olay var, bazılarınıysa uzun uzun anlatmadım, değindim, ima ederek geçtim. Okuyacak gençleri üzmek istemedim. Acıyla geçtiğimiz nice yollar ve yıllar anılarda kalsın istedim. Tıpkı kitabın adındaki renk gibi, mavi günleri ve masmavi bir gelecekleri olsun ülkemin çocuklarının ve gençlerinin. Dilerim ki hem bu kitap hem de onun kişileri, babam ve başkaları, Türkiye’nin güzel günlerini temsil eden iyi yürekli, hoşgörülü kişiler olarak anımsansın ve bu yeniden aydınlanacak geleceğimize katkıda bulunsun.

Anadolu’da şehir ve futbol takımları arasında sıkı bir bağdan ve kültürden söz edebiliriz. Adana, Bursa, Sakarya, Bursa, İzmir… Bu bağı anlatabilmek, bizim edebiyatımızda çok sık görülen bir şey değil… Es Es’li Haydar Ergülen ne der?
Övünmek gibi olmasın ama Eskişehirspor hepsinden başkadır. Anadolu takımları arasında çok iyi futbol oynayan, ligde ve kupada şampiyon olanlar vardır ama, ben sadece futboldan söz etmiyorum Eskişehirspor’u anlatırken. Belki de en az futboldan söz ediyorum. Kitaptaki “en vefalı taraftar” bölümünde de buna değindim. Eskişehirspor Türkiye Kupası’nı kazandı bir ya da birkaç kez, ligde hiç şampiyon olmadı, ikinci, üçüncü oldu çokça. Ama şehri, taraftarı, onu uzaktan yakından sevenleri çok eğlendirdi, neşe kaynağımız oldu. Genç yaşta efsane oldu ve 57 yıldır sürüyor bu. Eskişehir ruhunu oluşturan en değerli parçalardan. Şehrin birliğini, sevincini, hoşgörüsünü, gençliğini, ezcümle hemen her şeyini temsil ediyor. Kalabalık Suyu, Odunpazarı Evleri, Porsuk Çayı, lületaşı, trenler, haşhaşlı çörek ve Yılmaz Büyükerşen, Amigo Orhan gibi Eskişehir’e özgü şeyler arasındadır Eskişehirspor da. 3. ligdeyiz bu yıl, puan sıralamasında da sondan ikinciyiz. Ligin açılış maçında Eskişehir’deydim, giydik siyah kırmızı formaları, kardeşlerim ve yeğenlerimle maça gittik. 15 bin kişi vardı, koca stadyum doluydu, yaşlısından gencine başörtülüsünden başı açığına kadınlar, çocuklar, gençler, Es Es Bandosu, marşlar... Konya’nın bir takımına 3-0 yenildik, ama nasıl güzel yenildik anlatamam, orada olsaydınız da görseydiniz! Biz Eskişehirspor’un her halini seviyoruz, buradan da mahalli lige düşse hiçbir şey değişmez, o bizim efsane Es-Es’imizdir yine! Görüyorsun Es-Es deyince sular seller gibi anlatıyorum, kalem elden düşmüyor! Bizde Es-Es sevgisi genetiktir, babadan oğula, anneden kızına geçer ve sürer. Eskişehirli olmak Eskişehirsporlu olmaktır ve Es-Es’in eskiden yeniye başka yerlerde de çok seveni vardır!

Bir büyüme yolculuğu okuyoruz kitapta, bugün hayranlıkla okuduğumuz bir şairin de nereden geldiğini… Şu Benim Mavi Babam’daki çocuğu büyüten, şair yapan “gün, olay ya da şey” neydi?
Hep birlikte büyümüş gibiyiz babam, annem, kardeşlerim ve ben. Birbirimizi büyüttük. Şehir de dahil buna. Tabii ne kadar büyüyebildiysek! Galiba her şeydi beni şair yapan: Babaannem, babam, dayım, annem, çok kardeş olmak, sessiz, görgülü bir şehrin sakini olmak, komşular, semtimiz, trenler, Eskişehirspor, arkadaşlar, en yakın arkadaşım ve daha 17 yaşındayken yitirdiğim Şahin Şencan, o zamanlarda hemen hepsi toplumcu, ilerici öğretmenler, âşık olduğum Fransızca öğretmenim Rukiye Gül Yönel, tabii kitaplar, Porsuk kıyısında Adalar dediğimiz bölgedeki yazlık çay bahçeleri, açıkhava sinemalarında izlediğim yıldızlı filmler ve hepsine içkin olan iyilik. Eskişehir nedir diye sorulsa, çağdaştır, özgürlüğüne düşkündür, laiktir, barışçıdır, kadınlar ve genç kızlar rahattır vb pek çok şey söylerim ama, hepsini de içine alan şey, şehrin iyiliğidir. İyilik bulaşıcıdır. Bakınız: yukarda sıraladığım insanlar, yerler, durumlar, duygular. “Yağmur ve Fransızca” şiirimin bir bölümü tam da buna ilişkindir: “Ben benzemenin iyi olduğu şehirlerden/yani benzediğim ne varsa eskiden/yavaş akan bir şehir, sakin kitaplar,/su aziz ve biz büyüdükçe yeşil/bir nehir, kuşları bile dalında yerli/bir şehirden birden kanatsız uçtum”.

Hem bir baba hem de çocuklar ve gençler için de yazan bir yazar olarak, bugünün çocukluğu ile mavi babaların olduğu çocukluğunuzu yan yana koyduğunuzda ne çıkıyor ortaya?
İyi kötü bir demokrasi, iyi kötü bir laiklik, cumhuriyet fikri, aydınlanma düşüncesi vardı eskiden. Din bir baskı ve sömürü aracı olarak kullanılamıyordu. Faşizm ve gericilik, yani “örgütlü kötülük” ya da “organize alçaklık” bu denli güçlü değildi, devleti ele geçirememişlerdi. Şimdi büyüklerin de gençlerin de çocukların da, ama en çok kadınların işi zor. Baskı onların üzerinde iki kez var, en az iki katı var. Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına bu karanlıkla girersek bir daha çıkamayız, örnek aramıyorsunuz değil mi, hepimiz biliyoruz! Fakat devrimci umudumuzu bir neşe hali olarak koruyup iyimserliğimizi sürdürmeye de zorunluyuz!