Sola meyletmişseniz ve çoğunluk karşısında marjinalleşme kaygıları yaşıyorsanız politik dilinizi uygun biçimde yapılandırmak durumundasınız. Dilinize (sağ) popülist ve pragmatik form vererek hiç olmaz; ilk krizde terk edilir ve siz de bir hiçe dönüşürsünüz. O dilin zaten sahipleri var ve en iyi onlar kullanıyorlar

‘Siz uçuruma bakarsanız, uçurum da size bakar’

Bir önceki yazımızda şöyle bir tespit yapmıştık: ‘İktidarın modernize hali omurgasızdır ve değişken fazlıdır. Hangi tarihsel formda olursa olsun, oluşmaya başladığı anda ‘statükolaşmaya’ meylettiğinden, her durumda tanımlanabilir bir varlık alanına sahiptir. Bu özelliğiyle, farklı katmanlarından kesitler alma ve sonuçlar çıkarma olanağını her zaman muhalefete verir’.

Ekleyelim: Bunları beceremeyen bir muhalefetin giderek iktidara benzemesi ve onu güçlendirmesi kaçınılmazdır.
Değerli yazar Ergin Yıldızoğlu, “Dün liberal entelijansiya kendi yaşam tarzlarına ters bir rejimin doğuş sürecine destek vererek intihar etmişti. Bugün Kemalist, milliyetçi entelijansiya, kendi yaşam tarzlarına zıt bir devletin ve toplumun doğuşuna destek vererek intihar ediyor. Tarih kısa sürede ikinci kez ama yine trajedi olarak tekrarlanıyor”* derken, bizce sistemik iktidarın önemli ayaklarını ülke ölçeğinde konumlandırmaktadır.

Marksist düşünür ve sosyal kuramcı Jacquez Bidet, hâkim sınıfın, hem birbirini tamamlayan hem de nispeten birbirine karşıt olan iki kutbundan söz eder. Bunlardan biri ‘piyasaya’, diğeri ‘uzmanlığa’ dayanır. (Birleşik Devletlerde) Cumhuriyetçiler ve Demokratlar, (bizde) muhafazakârlar ve (aslan) sosyal demokratlar şeklinde beliren bu iki kutbun arasında kimi yakınlıklar, dahası geçişkenlikler mevcuttur. Sistemik iktidarın statükolaşması da zaten bu tarz bir ‘demokrasi kamuflajıyla’ mümkün hale gelir. Aksi halde yönetenlerin yönetilenler üzerinde ‘doğrudan ve sürekli’ baskı uygulamaları gerekir ki, sistemin doğasındaki barbarlığın ve gayrı meşruluğun cisimleşmesini hiçbir “modern” muktedir arzu etmez; zira yapısal sorunlarından bir diğeri olan ‘siyasi krizin’ yönetiminde uyguladıkları ‘kontrollü kaos’ kontrolden çıkarak ölümcül tehdide dönüşebilir. Malumunuz, sistemin monarşik ya da oligarşik formlarında itiraz alanı zaten bulunmadığından sıkıntı “yoktur”. Ancak, “demokratik” kisveye bürünmüş modern bir devlet, meşruiyetini ‘cumhurdan’ aldığını iddia etse de, monark ve oligark genlerini her daim DNA’sında taşır –ki askeri yahut “sivil” darbe dönemlerinde ortaya çıkarlar.

Jacquez Bidet gibi, sistemin farklı katmanlarından aldıkları numuneleri analiz ederek farklı bakış açıları geliştiren pek çok kuramcı var. Ancak, sistemin “uzmanlık” kutbundaki ideologlar ve onların takipçileri tarafından ‘ret’ yiyorlar. Oysa insan beyni, milyarlarca sinir hücresiyle ve hücreler arasındaki 1 trilyona yakın bağlantı rezerviyle farklı çağrışımlara ve alternatif çözümlere gebe bekliyor.

Yukarıdaki ifadelerle, Ergin Yıldızoğlu’nun ‘tarihin ikinci kez ama yine trajedi olarak tekrar etmesi’ tespiti arasında ilişki olabilir mi? Şayet varsa, sistemin “uzmanlık” kutbuna yerleşmiş ‘kontrollü muhalefeti’ sorgulamak, mümkünse dönüştürmek, olmadı bir kısmını kurtarmak denenebilir! Öte yandan, hadiselerin tekrar etmesi ‘genel krizi’ kısmen yönetebildiklerinin göstergesidir. Muhaliflerin bu noktada yapmaları gereken –döndürüldüğünde resim veren oyuncaklar gibi- periyodik tekrarları doğru okuyarak sonuçlar çıkarmak ve çözümler üretmektir. Kontrol alanında takılı kalarak ‘resimleri’ seyretmek olmaz; onların diyalektik ‘cisimlerini’ de yaratmak gerekir.

Mevcut koşullarda çoğunluğun/çokluğun süreçleri belirleme ve/veya denetleme olanakları oldukça zayıftır. İktidarın kimi hadiseleri kurgulamasını, kendiliğinden gerçekleşenleri ise manipüle etmesini kolaylaştıran bu durum, muhalif kuramcılardan ziyade muhalif pratisyenlerin işini zorlaştırır. Gelgelelim, sistemin ürettiği meselelerin radikal çözümleri sistemden bağımsız değildir ve fakat ‘sistem-içi çözümlerle’ de alakaları yoktur. ‘Sol tandanslı bir muhalif partinin’ ‘bir sağ partiyle’ ittifak kurarak ‘iki sağ partinin’ ittifakının ağırlığını dengeleme girişimiyse ‘sistem-içi çözüm’ sıfatına bile layık değildir. Bu tür bir tercih ‘genel sağın’ toplam ağırlığının artmasından başka şeye hizmet etmez. Bunun nasıl vuku bulduğunu geometri bilimi (yanlış okumadınız) dâhil türlü disiplinlerle açıklamak mümkündür, ancak yerimiz -şu an için- sınırlıdır. Tarihte olumsuz hadiselerin tekrar etmesi trajiktir, lakin “sol tandanslı bir parti” olarak ittifak kurmayı düşündüğünüz ‘sağ partinin’ propaganda dilini sizinkinden daha sola kaydırması ve sistem-içi muhalefet yarışında puanları toplaması tek kelimeyle traji-komiktir!

Muhalif hegemonya
Sistemden bağımsız ‘olamayacağını’ iddia ettiğimiz çözümlerden kastımıza gelince; hadi “indirgeyerek” söyleyelim: Sistemik yapının sağ tandansına göre otomatikman sola meyleden bütün bir argümantasyonun ve kültürün dolaşıma sokulmasından söz ediyoruz. Sisteme ve bağlantılı rejime göre periyodu artabilen ‘olumsuz tekrarlara’ karşı ‘olumlu tekrarların’ altını her daim çizmek gerekiyor. Marksist düşünür Gramsci ünlü hegemonya kuramını; politik, entelektüel ve ahlaki değerlerin etkili bir sentezi olduğu, bir sınıfın ortak çıkarlarını savunmak amacıyla oluşturulduğu ve diğer sosyal grupları da yönlendirdiği argümanı üzerine oturtur. ‘Kral çıplak!’ diyen doğal nesnellik, ‘kadın varsa umut vardır!’ diyen kurucu öznellik, ‘yeşil candır, nükleerse ölüm!’ diyen hayati uyarı, ‘iş, aş, yaşam!’ diyen doğal hak, ‘önce hukuk hemen adalet!’ diyen haklı talep, ‘aslolan eşitlik ve özgürlüktür!’ diyen etik vurgu, ‘sanat hakikattir, hakikat hayattır!’ diyen estetik bilinç, ‘cemaat değil insan, insana yakışan laik yaşam!’ diyen evrensel bakış ve daha pek çok değer ‘muhalif hegemonyanın’ kapsamını oluşturur. Ve her biri, yaşam kurması ve yaşamı koruması hasebiyle tepeden tırnağa meşrudur.

Sola meyletmişseniz ve çoğunluk karşısında marjinalleşme kaygıları yaşıyorsanız politik dilinizi uygun biçimde yapılandırmak durumundasınız. Dilinize (sağ) popülist ve pragmatik form vererek hiç olmaz; ilk krizde terk edilir ve siz de bir hiçe dönüşürsünüz. O dilin zaten sahipleri var ve en iyi onlar kullanıyorlar. Doğru dil ve dizge, toplumun gerçek varlık koşulları üzerinden kurulur, onun da kökleri sistemin hâkimiyet alanının dışına uzanır. Vakıa buyken, kuramcıların ve pratisyenlerin sadece siyaset bilimine vakıf olmaları yetmez; felsefe, bilim, edebiyat, sanat ve popüler kültür de bilmeleri gerekir. Zira her disiplin, kolektif bilincin farklı katmanlarında -az ya da çok- karşılık bulur. İnsanlara onlarla bağ kurmak istediğinizi hissettirmeniz; dürüst ve inandırıcı bir dil kullanmanız çoğu zaman yeterlidir. Teşbihte hata olmaz: Yerkürede açlık ve zulüm varken varlığından bile emin olmadığınız Marslıların haklarını savunmanızın ne solla, ne kurucu argümantasyonla, ne de karşı hegemonya oluşturmakla ilgisi vardır.

Sistemin ürettiği her mesele aslında bir tezdir, onu mesele olarak gören ve çözüm öneren her düşünce ise anti-tez. ‘Sistem-içi’ diye tabir ettiğimiz “çözümler” anti-tez ayağına değil, tez ayağına dâhildir. Zira meseleleri çözmekten ziyade reforme etme esasına dayanırlar. Amir sermayedarların ve memur hükümetlerin türlü hileyle(manipülasyon) ve hurdayla(mistifikasyon) parçaladıkları bir kamusal alanda, meselelerin ‘emek-sermaye’ çatışkısına “indirgenmeleri” gerekiyorsa bu tereddütsüz yapılmalıdır. Göstereni olmayan politik dilden ve ideolojik dizgeden kaçınmak için, tarihsel süreçte oluşan, pek çok açıdan bugünü belirleyen ve geleceği belirleme potansiyeli taşıyan referansları kerteriz almak iyidir. Kaldı ki, tikellikten evrenselliğe ulaşma potansiyeli olan talepler ve eylemler ‘kurucudurlar’, bu açıdan ‘işçi sınıfı’ (aslında) içeriği zenginleşerek kurucu öznelliğini korumaktadır. Öte yandan sınıfsal yapılar bu denli iç içe geçmişken ve politik alan heterojenleşmişken türev çatışkılar görmemezlikten gelinemez. Başta kadın hareketi olmak üzere, kimlik sorununa atıfta bulunan bütün hareketlerin bütüncül bir muhalefetin oluşumuna (da) katkı sunmaları gerekir. Aksi durum, ilgili çatışkının/çatışkıların anti-tez safhasında donmalarına, insanlığı kimliksizliğe götürecek olan ‘diyalektik tekerin’ aksamasına neden olur. Velhasıl, ne reel-politiğin aktüel boyutu, ne de politik-felsefenin kuramsal önermeleri olmadan yol almak mümkün değildir.

Muhalefet olarak, kolektif varoluşun ve evrensel etiğin bağlamından kopmadığınız sürece çokluğun/çoğunluğun bir gün size dönmesi kaçınılmazdır. Tersini yapar ve sistemin hâkimiyet alanında kalmayı tercih ederseniz iktidarın parçası haline gelirsiniz. Nietzsche’nin insanın tüylerini diken diken eden sözüdür: ‘Siz uçuruma bakarsanız, uçurum da size bakar!’

*E. Yıldızoğlu, Siyasal İslam’ın son sığınağı: Anti-emperyalizm, BirGün Pazar, 25.02.2018