Okumuş, meslek sahibi insanlar, bir salgın gibi dünya yollarına düşmeden, başkanın adamları kamu kurumlarının tüm gözeneklerine henüz ulaşmamıştı, hapishanelerin mevcudu orta büyüklükte bir şehrin nüfusuna ulaşmadan, af tartışmaları başlamamıştı, ülkenin doğusunda bir milyon kişi ayağa kalkıp yıkılmış evlerini, köylerini terk etmemişken, ben üniversiteye daha başlamamıştım. Akşamüstüydü, babam eski kasaba tipi otobüs garajında yeniyetme bu gencin koluna giriverdi, gizlice “Xızır’a heval so-biê!” dedi.

Bu so-biê, Türkçe’de “git-gel” demekti. Babam ülkenin başkentine -ilk kez de olsa-, okula gitiğimi, birkaç aya sömestra, seneye yaz tatiline geleceğimi biliyordu. Bir gidiş varsa -ki her dönem gidenler var- bu işin bir dönüşü de vardı.
Bundan bin sene evvel, bir gün Mazgert adlı bir yerde, Dırvan derler bir köyde, bana “nece konuştuğumu” sordular, “Kırmancki/Zazaca” deyince, “ha, sen So-biê konuşuyorsun,” dediler. Bizim oranın bahtsız köylüleri -tarihte çok kırılmış, çok sürülmüşler ki-, Zazaca ve Türkçe’deki bu “git-gel”i, iki kadim dilin ayrı ayrı adı yapmışlar. Zazaca’ya “So-biê”, Kürtçe’ye “Here-were” deyivermişler. Her iki dilde aynı anlamdaki bu adın sürgün, ayrılık, hasret ve dönüşle bir ilgisi olmalı.

Bugünlerde herkes Avrupa, dünya güzergâhlarında, yeni bir hayat, başka bir yol arayışında. Akdeniz’den, Balkanlar’ın sık ormanlarından, Yunanistan’da bir zamanlar partizanların ayak bastığı dağlardan batı Avrupa’ya doğru zorlu birçok seyahat var. Hiç kimse “cennet bahçesi bulma” ümidinde değil, gittikleri yerde hizmetçi odalarında gözünü açacak çok kişi var, ama akademik özgürlük kalktığından kürsüsünü kaybetmiş bilim insanları, medya özgürlüğü bittiğinden işten çıkarılmış gazeteciler, bürokraside liyakat kalktığından hak ettiği işe alınmayacak binler de var. Buna “seküler göç” diyorlar. Geride bir krallık bırakmıyorlar, ama gözü yaşlı bu gidiş, gidiş değil.

Gidenlerin bir kısmı yaralı, kimi yakınları hapiste, kimileri işini kaybetmiş, kalsalar kendi evlerinde düşman kampında, bir medeni ölü gibi yaşayacaklar. Gayrımeşru bir evliliğin meyvesi gibiler, utanç içinde kalmayıp kaçmak, alınları açık yaşamak istiyorlar. Ama gittikleri yerde de mutluluk yok, varılan yer ile, terk ettikleri ülke arasında kalacaklar, nereye ait olamadığını hiçbir zaman bilemeyecek birer hicra gibiler.

Kaçtıkları bu güzel, bu kanlı, bu vahşi ülke son yirmi yılda bir sinema filmi yapmadı, bir roman yazmadı, bir sanat eseri yaratmadı, varını yoğunu adına dindar nesil denen bir projeye, dinselleşmeye, camilere, imamların banka kartlarına, betondan ve demirden inşa edilen yeni hapishanelere yatırdı, bir de ihaleci müteahhitlere, hayatında sanki hiçbir şey görmemiş, yaşamamış yeni dinci kapitalistlere. Gidenler, nasıl dursun, neden gitmesinler.

Bu ülke çok göç gördü, işçi göçü, iklim göçü, kuraklık göçü. O gençlik zamanlarında, doksanların karanlığında, dağlardakilerle ordu gece gündüz savaşıp, savaşın bir yan ürünü olarak sosyal yıkım doruğa çıktığında, kentlere gidenler bir daha geriye dönemediğinde, hapse atılanlar yıllarca dışarı çıkamadığında, biz ortaokuldayken üç yüz altmış üç bin olan o küçük şehrin nüfusu, savaş ve çatışma döneminde seksen bine düşmüş olsa bile, herkeste gerçekten bir umut vardı.

Hiçbir gidiş dönüşsüz olmaz, sürgün sözcüğünün kökeninde örtülü bir geri dönüş düşüncesi vardır. Milyonların başının üstünde insansız hava araçları uçmuyor, ama yine de göç etmekten geri durmuyorlar. Gidenlerin bir kısmı Gezi kuşağı, kendilerine hak ettikleri bir hayat kurmak için gidiyorlar, memleket geride bir posta kartı gibi duruyor. Hatıralarında hiçbir zaman silinmeyecek, İstanbul’un ortasındaki o eski park var.

Şimdinin yöneticileri bu gidenleri yüksek sesle geriye çağırsalar da, aslında mevcut durumdan çok memnunlar. Ülke –hayal ettikleri, planladıkları ve icrasına çoktan başladıkları gibi- hızla kızgın bir Arap çölüne dönüşüyor. Bu işin bir dönüşünün olmaması gerektiğini -kendi bekaları için de- şiddetle arzuluyorlar. Aslında yaptıklarının her zamanki gibi tersini söylüyorlar, bizim çilekeş köylülerin veya terminaldeki o görmüş adamın içtenliğinden çok uzaktalar, bu yüzden gidenlere “biê” derken, aslında “so” diyorlar.