Soçi Mutabakatı’nda dokuzuncu madde, mutabakatın uygulanmasında müşterek denetim ve doğrulama mekanizmasının ihdas edileceğini belirtiyor. ABD’yle Şanlıurfa’da yapmaya çalıştığını Ankara, şimdi Moskova’yla deneyecek.

Soçi Mutabakatı ve sonuçları

Dr. Kerim Has - Rusya uzmanı

22 Ekim’de Rus lider Vladimir Putin ile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye’deki savaşa dair altı saatten fazla süren ikili görüşmelerinde vardıkları Soçi Mutabakatı, kazananları kısa vadede belirleyip asıl kaybedenleri ise ilerleyen süreçte karşımıza çıkaracağı için birçok yönden içinde ilkleri barındıran bir metin.

Her şeyden önce Türkiye, ilk defa hem Washington’ın hem Moskova’nın birlikte geçit vermesiyle Suriye’de giriştiği bir harekâtı, yine ABD-Rusya tandemiyle bitirmek zorunda kaldı. Başkan Yardımcısı Mike Pence’in Ankara ziyaretini müteakip harekâtı haddizatında ABD, önceki hafta zaten fiilen “durdurmuştu”. Rusya ise sahadaki bir nev’i “köşe kapmacayı” hızlıca metne dökerek harekâtı beş gün sonra ikinci kez ve resmen sonlandırdı. Nitekim Barış Pınarı Harekâtı’nın bitirildiğini dünya kamuoyu ilk, Rus Dışişleri Bakanı Sergei Lavrov’un açıklamasıyla duydu. Pek tabii Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın harekâtla iç ve dış siyasette hedefledikleri kadar Kürtlerin kaderine dair de Trump yönetimi ile Kremlin arasındaki bu uyum not edilmeli. Bugün Halkbank klasörünü raftan indirip “mal varlığını” tartışmaya açan “ortak iradenin”, günü veya zamanı geldiğinde savaş suçları, insan hakları ihlalleri, 15 Temmuz hadisesi gibi başka dosyaları da yakından ele almak isteyebileceği ihtimali göz ardı edilmemeli.

Mutabakatın içeriği

Mutabakat metnine bakıldığında yine bazı ilkler dikkat çekiyor. İlk maddede, Suriye’nin siyasi birliği ve toprak bütünlüğüne Türk ve Rus tarafların bağlılıkları teyit ediliyor ki, bu kısım yeni değil. Zira Suriye krizinde önemli bir dönüm noktası olarak, 20 Aralık 2016 tarihinde Türkiye, Rusya ve İran dışişleri bakanlarının Moskova’da ortaklaşa açıkladıkları deklarasyonun ve sonrasında bütün Astana formatı görüşmelerinden çıkan metinlerin ilk maddesi hep bununla ilgili. Ancak bu maddede yeni olan, hala NATO üyeliği devam eden Türkiye’nin milli güvenliğinin korunması hususunun ilk defa Rusya’yla imzalanan bir mutabakatta kayıt altına alınmış olması. Ankara’nın YPG’ye bakışının Türkiye’nin milli güvenliğine dair hususlarda Rusya’yı bir çeşit “garantör ülke” konumuna taşıyor olması not edilmeli. Suriye krizinde Astana formatında garantör ülkelerden biri olan Türkiye, şimdi YPG nedeniyle Rusya’nın garantörlüğü altına giriyor. Bu durum, S-400’lerin tedarik edildiği, şimdilerde Su- tipi Rus uçakların satımının konuşulduğu Türkiye’nin Suriye’deki Kürt politikasının ötesinde kendi Kürt meselesinde de ilerleyen süreçte Rusya’yı en birinci aktör olarak karşısına çıkarabilir.

Mutabakatın ikinci maddesi terörizmle mücadele ve Suriye topraklarındaki ayrılıkçı gündemleri boşa çıkarma yönündeki kararlılıklar üzerine. Burada örgüt ve hedeflerin bizzat belirtilmemiş olmasının, tarafların bunu istedikleri gibi yorumlamak için kendilerine manevra alanı bırakma arzularından kaynaklandığı söylenebilir. Muhtemel ki Rusya tarafı, bu maddenin ilk yarısına İdlib’deki birçok grubun yanı sıra ilerleyen dönemde “Made in Turkey” Suriye Milli Ordusu’nun birçok bileşenini de katma eğiliminde olacak. Diğer yandan, Türkiye YPG’yi terör örgütü olarak tanırken Rusya’nın bu düşünceyi paylaşmaması, maddeye ikinci yarının eklenmesine neden olmuş.

Üçüncü maddede, Barış Pınarı Harekâtı’yla Türkiye’nin kontrolü altına aldığı Tel Abyad ve Ras Al Ayn hattında 32 km derinlikte statükonun korunacak olması iki açıdan yorumlanabilir. Birincisi, ABD’den sonra Rusya’nın da Ankara’nın harekâtının meşruluğu ve haklılığını kabul ettikleri yönünde. Açıkçası bu durum, biraz tartışmalı. Zira meşruluk ve haklılık eğer BM Güvenlik Konseyi’nde ABD ile Rusya’nın aynı yönde oy kullanmaları ise günün sonunda bu iş, “Dünya beşten küçüktür” anlamına gelir ki bu, oldukça riskli bir yaklaşım. Bununla beraber, meşruiyet ve haklılıktan ayrı olarak, ABD ile Rusya’nın harekâta yol verdikleri de bir gerçek. Mevcut statükonun korunacak olmasının, ki ilelebet olmayacağı açık, ikinci bir anlamı da Türk ordusunun Suriye’de daha fazla ilerleyemeyeceği ve Türkiye’nin Suriye’de artık yolun sonuna geldiği yönündeki çıkarımdır. Nitekim son iki haftada sahada el değiştiren mevzilere bakıldığında, bu aşamadan sonra Ankara’nın Suriye’de yeni harekâtlar başlatması yalnızca YPG’yi veya rejim ordusunu değil, ABD ve Rusya ikilisini de karşısına alması sonucunu doğurabilir.

Mutabakatın dördüncü maddesi şüphesiz Soçi’nin “en acı meyvesi”. 1998 tarihli Adana Anlaşması’nın hayata geçirilmesinde Rusya’nın kolaylaştırıcı rol üstlenecek olması, Ankara’nın Şam ile ilişkilerini normalleştirmek için resmen Moskova’nın arabuluculuğunu kabul etmesi demek. Kavgalı olduğunuz biriyle barışabilmek için araya adam sokuyorsanız, bu, her şeyden önce kavga ettiğiniz tarafın meşruiyetini kabul ettiğiniz anlamına gelir. Bu yüzden, olağanüstü bir durum olmazsa ilerleyen süreçte Ankara-Şam hattında üst düzeyde diplomasi-askeri-istihbarat trafiğinin hem hızlanması hem daha görünür olması pek mümkün duruyor. Ayrıca Adana Anlaşması’nı Rusya açısından önemli kılan bir diğer husus, Türkiye’nin Suriye’deki askeri varlığının limitlerini en fazla 5 km derinlikle sınırlandırması. Dolayısıyla İdlib’den Afrin-Azez-Cerablus’a ve oradan da Tel Abyad-Ras Al Ayn hattına kadar Türkiye’nin Suriye’den “çıkış planının” genel çerçevesinin Soçi’de Ruslarla birlikte çizildiğini söylemek hiç de abartı olmaz.

Beşinci madde ise Ankara’nın Soçi’de çok isteyip azını aldıkları hanesine yazılabilecek, ancak öngörülü bir dış politika izlenseydi hakikatte, “istemeden de zaten alabilirdi” dedirten başlıklar cinsinden. Anlaşmaya göre YPG unsurları ve silahlarının Suriye tarafına doğru Türkiye-Suriye sınırından itibaren 30 km dışına çıkarılmasını Rus askerleri ve Suriye sınır muhafızları temin edecek. Haddizatında ABD’yle ağustos başında varılan uzlaşma, doğruluğu-yanlışlığı bir yana, kör-topal da olsa sürdürülseydi, harekâtın yapılmasına gerek kalmayacağı gibi zaten bir süre sonra YPG söz konusu 30-32 km derinlikte artık yer alamayacaktı. Harekâtla birlikte Ankara, Suriye sınır hattı boyunca kurulmasını istediği 32 km derinliğe sahip güvenli bölgeyi, yine bu talebin doğruluğu-yanlışlığı bir yana, mevcut şartlarda ancak Tel Abyad-Ras Al Ayn arasında kurabilmiş olacak. Bu durum pek tabii Ankara’nın “attığı taş ile ürküttüğü kurbağa” arasındaki dengesizliği sorgulatıyor.

soci-mutabakati-ve-sonuclari-641973-1.


Bununla beraber, Kamışlı şehri hariç 10 km derinlikte Türk-Rus ortak askeri devriyelerinin sembolik olmaktan öte fazla bir anlamı yok. Zira YPG zaten 30 km geriye çekilecekse 10 km derinlikte hangi tehdide karşı devriyenin gezileceği meçhul. Muhtemel ki Ankara, bölgede Türk bayrağının seyir halinde de olsa dalgalanmasını içeriye sunduğu zafer havasını sürdürebilmek ve Batılı ülkelere Rusya üzerinden mesaj verebilmek için devriyelere önem atfetmiş olabilir. Moskova ise kaybedeceği bir durum olmadığı ve yine S-400 eğitimi verdiği, ileride ise uçuş eğitimi verebileceği Türk askerleriyle şimdiden devriye gezerek Batı’ya karşı Türkiye’yle yücelttiği bu sembolizmi taçlandırmak istemiş olabilir.

Metnin kendisinde YPG’nin “terör örgütü” parantezine alınmayıp “silahsızlandırılmasından” bahsedilmemiş olması ise dikkat çekici. Bu durum pek muhtemel ki, Rusya’nın zaten uzun süredir Kürtleri belli ölçüde Suriye devleti ve ordusuna entegre etme yönünde var olan arzusundan kaynaklanıyor. Gelişmeler, YPG’nin ABD ile bağlarını kesip Suriye ordusuna katılımı yönünde ilerlerse kimseye şaşırtıcı gelmemeli. Pek tabii bu, bir gecede olacak bir şey değil. Zaten Moskova ve Şam’ın gerek güvenlik amaçlı gerekse de askeri hiyerarşik yapının korunması gibi nedenlerle bazı “filtre” uygulamalarını da hayata geçirecekleri beklenmeli. Ancak, yeri ve zamanı geldiğinde veya ihtiyaç duyduğunda bölgede kullanabilmek için Rusya’nın Kürt kartını da elinde tutmak isteyeceği bir gerçek. Dolayısıyla burada Moskova, Suriye ordusuna entegrasyonunu sağlarken YPG’nin tamamen “buharlaşmayıp” kısmi düzeyde varlığını sürdürmesine de göz yumabilir.

Öte yandan, gerçekleştirdiği harekâtla Ankara’nın Türkiye adına yol açtığı uzun vadeli bazı hayati stratejik kayıpları da mevcut. Dünya kamuoyunu bu derece karşısına alıp Türkiye’yi müthiş bir imaj zedelenmesine maruz bırakmanın yanı sıra uluslararası planda YPG’nin meşruiyetinin geometrik artışına olanak veren harekâtın siyasi iktidar açısından kısa vadeli getirileri, Türkiye için götürülerinin yanında “devede kulak” misali. Hem Batı’da hem Rusya’da YPG’yle ilişkilerin bu denli artmış olması ancak böyle bir harekâtla mümkün olabilirdi. Harekâtla birlikte Ankara, kendisinin “terörist” diye nitelendirdiği şahısları ABD Başkanı’nın “General” sıfatıyla övgüsüne muhatap edip, terörle mücadelede teşekkürüne mazhar etti. Muhtemel ki Başkan Trump’ın YPG liderlerinden Mazlum Kobani ile telefon ve mektup teatisi yakında yüz yüze görüşmeyle de sürecek. Benzer şekilde, Ruslar da Kobani’yi Kremlin’den bir önceki adres olarak Savunma Bakanı Şoygu, Genelkurmay Başkanı Gerasimov ve yüksek düzeyde askeri heyetle muhatap aldılar. Günün sonunda bu tablo, Mazlum Kobani’nin Suriye ordusu rütbesi takıp Ankara’da mevkidaşlarıyla görüşmelere katılmasına yol açar mı bilinmez, ama işlerin, en azından şimdilik, bu yönde seyrettiği de bir gerçek.
Altıncı maddede ifade edilen, Münbiç ve Tel Rıfat’tan YPG unsurlarının silahlarıyla birlikte çıkarılmaları da beşinci maddeyle uyumlu. Muhtemel ki, bu iki bölge Fırat’ın batısında yer aldıkları için ayrıca belirtilmek durumunda kalınmış.

Yedinci maddede terörist unsurların sızmalarının önlenmesinden bahsedilse de zaman, mekân ve hedef unsur hiçbir şekilde tarif edilmeyip tarafların yorumuna bırakılmış. YPG güçlerinin aileleriyle birlikte mi bölgeden çıkacakları yoksa sivilleşip bölgede kalmayı mı sürdürecekleri biraz bu maddenin ruhunda mündemiç. Ayrıca Türkiye kontrolündeki bölgelerden içeriye yönelik olası “geçişler” de muhtemel ki Rus askeri tarafından yanıtsız bırakılmayacağı için bu maddeye gereksinim duyulmuş.

Mültecilerle ilgili sekizinci maddede öncelikle “ortak çalışmadan” bahsediliyor ki bu, Barış Pınarı Harekâtı’yla ilan edilen ana hedeflerden biri olarak, Türkiye’deki Suriyeli mültecilerin geri dönüşlerinin en azından yakın vadede olmayacağı anlamına geliyor.

Dokuzuncu madde, mutabakatın uygulanmasında müşterek denetim ve doğrulama mekanizmasının ihdas edileceğini belirtiyor. ABD’yle Şanlıurfa’da yapmaya çalıştığını Ankara, şimdi Moskova’yla deneyecek.
Mutabakatın sonuncu maddesinde Suriye Anayasa Komitesinin faaliyetlerini tarafların destekleyecekleri kayıt altına alınmış ki bu, zaten daha önce Moskova’nın Ankara’dan aldığı sözün yeni koşullarda yeniden teyidi olarak okunabilir. Bununla birlikte, Şam ile Kürtler arasında yaşanan mevcut “ılıman iklim” haddizatında zaten komitenin iç dengelerinde rejim lehine artık ciddi bir kazanım anlamına geliyor.

Şüphesiz, Barış Pınarı Harekâtı’nın yol açtığı kısa ve uzun vadeli sonuçlar Suriye’deki savaş yarın dahi bitse Türkiye’nin iç ve dış siyasi dengelerini derinden etkileyebilecek cinsten. Türkiye’nin kendi Kürt sorununu ihraç edip uluslararası aktörleri işin içine daha güçlü bir şekilde dahil etmesi, bu sorunla uzun yıllar daha boğuşmasını netice verebilir ki kötü senaryolardan biri bu. ABD bölgeden askerlerini çekerken, Suriye sahasında şimdi tek başına hegemon güç olarak Rusya ve Suriye-İran ikilisiyle kalan Türkiye’nin bölgedeki envai çeşit cihatçı ve radikal grubu kendi içine çekip bunlarla baş başa kalabilme tehlikesi ise bir çeşit kıyamet alameti sayılabilir…