‘Olağanüstü halin olağanlaşması” ne Türki-ye’ye, ne de şimdiye özgü. Naomi Klein’ın “The Shock Doctrine (Şok Doktrini)” kitabında anlattığı doktrine göre, bir ülkeyi yıkıp yeniden yapmak için bir çeşit felaket gerekli: savaş, darbe, doğal afet, veya terörist saldırı gibi. Bu şekilde manipüle edilen ortamlar global oyuncuların rahatça oyun kurabildikleri vahalara dönüşüyor. Bu sırada kitlelere uygulanan baskıyı ise, deneklerin dirençleri kırılsın diye terapi seviyesinin çok üzerinde elektrik akımına maruz bırakıldıkları ve ardından zihinlerinin rahatça yeniden “formatlanabildiği” psikoloji deneylerine benzetiyor Klein (Project MKUltra). Kitapta Güney Amerika ve Rusya gibi örnekler ele alınsa da, 27 Mayıs 1960 ile başlayan darbeler dizimizin üçüncü bölümü 12 Eylül 1980 de sonrasında yaşanan dönüşümler dikkate alınınca rahatlıkla bu çerçevede görülebilir. Ne ilginçtir ki, 12 Eylül’den sonraki ilk “serbest” seçimden bugüne kadar geçen 30 yılın 19’u güçlü sağ-muhafazakar tek parti iktidarlarına, kalan 11 yılın 7’si de büyük ortağı sağ-muhafazakar partiler olan koalisyon hükümetlerine sahne olmasına rağmen, darbelerin ve askeri vesayetin en büyük mağduru olduğunu iddia eden bu siyaset geleneği, genellikle 12 Eylül kurumlarını lağvetmek ya da demokratikleştirmek yerine onları kontrol altına almayı tercih etmiştir. Türk hukuk sistemine ilk kez 1961 Anayasası’na 1973’te eklenen bir maddeyle girip 1982 Anayasası’yla yeniden düzenlenen Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin “ileri” sürümü olan Özel Yetkili Mahkemeler(ÖYM) bu durumun güncel örneklerinden.

12 Eylül’ün pek çok sivil-askeri uzantısından bağımsız, çok özensiz bir iddianame üzerinden yargılanması, halen iş başında bulunan siyasi harekete yönelmiş ve son askeri müdahale olan 27 Nisan 2007 e-muhtırasının hiçbir soruşturmaya konu olmaması ve 27 Nisan’dan sonra Başbakan Erdoğan ve devrin genelkurmay başkanı Yaşar Büyükanıt arasında gerçekleşen Dolmabahçe Buluşması’nın ardından ÖYM’lerde görülen torba davaların gündeme oturması, darbelerle hesaplaşma şeklinde tanıtılan süreçlerde “darbe mağdurlarının” da şok doktrininden faydalanıp faydalanmadığı sorusunu ortaya koyuyor. Doğru; ilk yıllarda davalara verilen (ve toplumun büyük bölümünün devletin topluma karşı işlediği suçlarla hesaplaşılması yönündeki samimi talebini ifade eden) geniş toplumsal destek; gazetecilerden spor adamlarına, akademisyenlerden aktivistlere pek çok farklı kesimden insanların gruplar halinde keyfi biçimde hapse tıkıldığı algısı sonucu yaygın bir güvensizliğe dönüştü. Ama ÖYM düzeninin önemli işlevleri arasında operasyon serileri yoluyla kitleleri korkuve atalete sürüklemek, terör ve suç kavramlarının sınırlarını sürekli olarak genişletip düşman ya da zararlı olarak görülen kesimleri sindirerek ya da doğrudan hapse atarak etkisiz hale getirmek bulunduğundan, hemen herkes uzunca bir süre bu konuda susmayı ya da “kurunun yanında yaş da yanar” demeyi tercih etti. Oysa Orhan Gazi Ertekin’in dediği gibi, “..hukuk yurttaşların ‘ne’ olduklarıyla ilgilenmez. Modern ceza hukuku ‘olmak’la değil ‘yapıp etmek’le, ‘fiillerle’ ilgilenir. İnsanların ‘ne’ olduklarını sorguladığınızda toplumu sadece iddianamelerle yönetmeye başlarsınız.”

Yarın Yargıtay’da görülen Balyoz temyizinde karar günü. Bir süre önce hükümet tarafından kaldırılan ÖYM’ lerde görülüp karara bağlanan ilk torba dava olan Balyoz Davası, suç ve cezanın niteliği kadar, suç ve cezaya dair kararların nasıl verildiği üzerinden yeniden ele alınmazsa, hem KCK ve diğer torba davaların henüz hüküm giymemiş sanıklarına hem de bu gidişle bir gün terörist olduğunu öğrenmesi muhtemel her birimize haksızlık edilmiş olur. BM Keyfi Tutuklamalar Çalışma Grubu’nun tutuklamaların keyfi olduğuna hükmettiği bu davada eğer yarın “Ankara’da yargıçlar varmış” dedirtecek bir karar çıkarsa, sadece özensizce ve evrensel hukuka aykırı biçimde yargılanıp yılları çalınan sanıklar ve yakınları için değil, işçisinden başbakanına kadar bu hukuk düzeninde potansiyel suçlu olan herkes için hayırlı bir gün olacaktır. Büyükanıt’ın 2007’de yazdığı muhtırayı da bilahare tartışırız.