Kültürümüzde kalan et suyuna ekmek doğrayıp kapıya koymak vardır. Hâlâ ayakta olan bir kültürel pratik, anlayış var. Aç olan hayvana yardım edilir, yemek verilir. Bu toplumsal şiddetin karşısına çıkabilecek olmazsa olmaz şeydir.

Sokak hayvanlarının yaşam hakkı kent hakkıdır
Mine Yıldırım

Yusuf Tuna Koç

Hayvan hakları aktivisti ve akademisyen Mine Yıldırım ile sokak hayvanlarına artan şiddetin siyasi ve tarihsel kökenlerini konuştuk, çözüm önerilerini, sokak hayvanı konusunun kent meselesinin bir parçası olarak nasıl ele alınabileceğini sorduk.

Konya’da barınakta yaşanan hayvan katliamı tüm ülkenin gündemine girdi. Sokak hayvanlarının varlığına ilişkin ülkede artan bir olumsuz yaklaşım var. Bu yaklaşımın son dönemde artmasının sizce sebepleri nelerdir? Türkiye’nin kendine özgülüğü ve siyasi aktörlerin yaklaşımları sizce bu süreci nasıl etkiliyor?

Sokak hayvanları konusu Türkiye’de hiçbir zaman kendi haline bırakılmış bir konu değil. Sokak hayvanlarının ülke gündemine girmesi, modernleşme ile birlikte, 19. yüzyılda başlayan modernleşme hareketi ile birlikte gündeme geliyor. Sokak hayvanları toplum tahayyülündeki bir değişim rüzgarının parçası olduğu andan itibaren politik bir konudur. 19. yüzyıl sonunda imparatorluk merkezi olan, bugün 20 milyon insanın yaşadığı İstanbul bu değişimin merkeziydi. Türkiye’de aynı hak ihlalleri, demokrasi, Kürt sorunu kadar gündeme gelmese bile toplum tahayyülü, kimin hak sahibi olduğu, kamusal alana kimin dahil olduğu gibi soruların bir parçasıdır. Kim şehrin sakini, kim bizim komşumuz, kimlerin hakları var kamusal alanda sözü var, bunların hangilerine saygı duyuyoruz; canlıların yaşam haklarına saygı duymak meselesi de bundan bağımsız değil.

Bu sorular tartışmaların hem yasal düzlemde hem siyasi tartışmaların ortasında. Hak ve kanun meselesi olarak bir adalet sorunu, bir tür kamusal paylaşım meselesi olarak, özellikle neoliberal iktidarın giderek yok ettiği kent hakkına kadar hayvan meselesinin bir etkisi var. Parklar gibi kamusal alanlara dair sorunlardan, ortak alanların değerlendirilmesine kadar böyle.

Batıda sokak hayvanları yok gözlemini sürekli duyarız. Neden yoklar? 18. yüzyılın sonunda başlayan ciddi bir şiddet ve sterilleştirmenin sonucu olarak burjuva sınıfların egemenliğinde yaşanan hijyen, kontrol yöntemleriyle hayvansızlaştırılmış bu şehirler örnek olarak sunuluyor. Halbuki bu sterilleştirmenin ardında binlerce hayvanın kanı var. Biz ülke olarak böyle bir süreç yaşamadık. Zamansal olarak böyle bir medeni Avrupa görüntüsünün ardındaki sürecin gerisindeyiz. Sokak hayvanlarının büyük kısmı, ya barınaklara kapatılsın ya evlere alınsın ya da hayvan işlevsel olarak kullanılsın, hayvan deneyleri için laboratuvarlarda kullanılsın denilerek sokaklardan çekilmiştir. Parfüm, boya, biyokimya ve ilaç sektörlerinde hammadde olarak kedi ve köpekler kullanılmıştır. Böyle bir katliam ve sterilleşme sonucunda bugün gözlemlenen durum oluşuyor.

Biz ülke olarak daha farklı bir tarih yaşıyoruz. 19. yüzyılda yaşanan Batılılaşma sürecinde, Avrupa’daki kent görüntüsünü nasıl buraya taşıyabiliriz sorusu etrafında bu süreç başlamıştır ama iyi ki mesele her zamanki gibi sadece görüntüsel kalmıştır. Fakat her dönem köpeksizleştirmeye dair farklı çabalar meydana gelmiştir. Bunların en kötüsü 1910’daki meşhur Hayırsız Ada vakasıdır. 80-100 bin civarı köpeğin İstanbul’un en uzağındaki Sivri Ada’ya bırakılarak açlığa terk edilerek öldürülmesidir. Fakat sonrasında da ilaçla, zehirle cumhuriyet tarihi boyunca farklı öldürme yöntemleri görürüz. 90’lardan itibaren İstanbul küresel sermayenin çekim merkezi haline gelince, BM’nin ünlü Habitat etkinliği öncesi örneğin belediyenin sokaklarda hayvanları zehirleyip bıraktığı süreçler yaşanmıştır. Kuduz bahanesi ile ateşli silahlarla öldürüldüğü dönemler yaşanmıştır. Hayvanların sokaklarda öldürülmesine tepki olarak en azından kamu vicdanındaki “bu hayvanların kışın kafalarını sokacak bir yuvası bir lokma yemeği olsun” duygusunu belediyeler hayvanları, bugün artık mega proje düzeyine gelmiş tecrit merkezlerine hapsederek doyurmuşlardır.

Özellikle şehri etkileyen kamusal problemlere; paylaşım, rant problemlerine, ayrıca hangi sınıfsal kimliğin; hangi kent yaşamının baskın olacağı, tek tipleştirileceği meselesi etrafında örgütlenen bir şehir politikasına karşı biz sokak hayvanları mücadelesi veriyoruz. Kendi halinde bir mesele değil bu yüzden.

Son 20-25 yılda sağ iktidarların, egemen sınıfların, Türkiye toplumsal yapısına dair tüm müdahalelerinden sokak hayvanları nasibini almıştır. En temel duyguları sarsan, yalnızca hayvanlara değil toplumun egemen olmayan tüm kimlik gruplarına şiddeti yükselten ve cezasız bırakan bir yaklaşım bu. Sosyal medyada artan hassasiyet sebebiyle daha fazla görüyor olabiliriz ancak pratikte de çok ciddi şekilde şiddette artış söz konusu. Hayvanlara şiddet meselesi de 80’den bugüne ülkenin geçirdiği tüm dönüşümlerden maalesef payını almıştır. Otoriter, muhafazakar islamcı siyasetin, neoliberalizmin, ayrımcı kutuplaştırıcı politikasından hayvanlar da nasibini almıştır. Konya’da yaşananlar hak savunucuları için maalesef çok şaşırtıcı değil. Bunun da temel nedeni hayvanların bu kadar problem haline gelmesini sağlayan temel mesele de hayvana şiddetin kanunen yasal bırakılması.

Sizce kent yaşamında sokak hayvanları açısından olması gereken, talep edilmesi gereken biçim ne olmalı? Bunu yürütecek olan iktidar ve yerel yönetimin kontrolü ve denetimi ne şekilde sağlanmalı?

Temelde şu adımın atılması gerekiyor: hayvanlara yönelik şiddetin suç sayılması gerekiyor. Hayvanları Koruma Kanunu, hayvanlara yönelik işlenen suçları ve kabahati düzenliyor. 18 yıl önce çıkmış; AKP’nin çıkardığı ilk büyük yasa değişikliklerinden biri olan, AB uyum yasaları tartışmaları etrafındaki liberal atmosferde çıkmış bu kanunun çıktığı günden bugüne kadar hayvana yönelik şiddet bir suç değil bir kabahat olarak kabul ediliyor. Bir cürüm ya da yasa ihlali değil. Komşularınızı gürültü ile rahatsız etmekle bakmaya yükümlü olduğunuz köpeği öldürmek, cinsel şiddet uygulamak yasa önünde aynı şey. En hayvan destekçisi savcının önüne bile gelse dava açılabilmesinin önünü kapıyor. Hayvanın ciddi bir fiziksel psikolojik şiddet yaşadığı durumlarda dahi; yaralama, cinsel saldırı, öldürme, vb. çok ciddi suçlarda en fazla idari para cezasına çevriliyor. Geçen seçimdeki yasa değişiminde cinsel saldırı suç sayılacak diye yandaş medya köpürtüyor, halbuki olan alt sınırın değişmesi. Ceza alt sınırı 3 yıl, yatarı olmayan suç olarak bakılıyor. İyi hal indiriminden yararlanılıyor, hayvana tecavüz eden kişi tahrik indiriminden yararlanıyor. Sabıka kaybına dahil işlenmeden bu suçları işleyenler para cezalarıyla kurtuluyor. Bütün toplumsal şiddet biçimlerinin temelinde bu mesele var. Caydırıcı cezaların getirilmemesi.

Sorun hayvan sevilmesi, sevilmemesi değil. Günlerdir haber bültenleri şirin hayvan videoları gösteriyor. Fakat herkes hayvan sevmek zorunda değil. Sorun bu değil. Sorun yaşam hakkına sahip çıkmak ve şiddet görmesini engelleme meselesi; herkesin olan, hayatını sürdürmeye devam edebilme hakkı. Kimliklerin üstünde, ayrıştırıcı olmaması gereken en temel hak. Bunun tanımladığı durumlarda da en büyük sorumluluk elbette ki yerel yönetimlere düşüyor. Bütün kültür tarihimizde yaşam alanı barınaklar değil sokaklar. Hayvanları koruyabileceğimiz yerler de sokaklar. Yerel yasaların oluştuğu Cumhuriyet tarihinin başından beri en temel katkı bu. Bu nedenle yerel yönetimlerin idaresinde hayvanlar. Bu muazzam bir kültür yaratır. Bütün şehirlerde hatta kırsal alanlarda da insan türüyle evrimleşen ve şehirlerin gelişimi ile buna uyum sağlamış hayvanlardır kedi ve köpekler. İnsana yakındır, insan yaşamına adaptedir. Mama endüstrisi örneğin sonradan büyümüş bir piyasadır. Asıl olan, kültürümüzde kalan et suyuna ekmek doğrayıp kapıya koymaktır. Hala ayakta olan bir kültürel pratik, anlayış var. Aç olan hayvana yardım edilir, yemek verilir. Bu toplumsal şiddetin karşısına çıkabilecek olmazsa olmaz şeydir. Kuduz paranoyasının köpürtülmesi, başıboş köpek meselesi gibi ‘projeler’, evet belli sorunlar var fakat çözüm hayvanların yüzer yüzer toplatılıp öldürülmesi değil. Sorun; siyaset bu sorunu nasıl hayvanları hedefe koyan şekilde ele alıp bir rant fırsatı yaratıyor. Şehirlerin uzağında, ormanlık alanlarda barınaklar yapacağız deniyor. Sanki denenmemiş ve binlerce hayvanın ölümüne sebep olmamış ki. Fakat tabii ki mesele burada bir taşla iki elma düşürmek. Hem köpek meselesine uğraşmayacakları bir sonuç üretmek hem de bu bahane ile ormanlık alanları imara açmak.

Özel teşebbüslerin bile hayvan bakımevi kurma hakkı var. Bunu ormanları imara ve ranta açmak için kullanacaklar. Belediyelerin yapması gereken, ormansızlığa daha fazla çanak tutarak hayvanları kentten uzaklaştırmak değil, mümkün mertebe hayvanları yerinde yaşatmak. Mutlaka hayvansever gönüllülerle bunu işbirliği içerisinde yapmak. Çünkü hayvanlara bakan ve sorunlarını, hastalıklarını bilen o insanlarla entegre ve koordine bir biçimde yürütülmesi gerekiyor. Bunun üzerine çalışılan modeller var. Biri, her ilçede bir hastane modelinin geliştirilmesi. Hızlıca ilk yardımını yapabilecek, aşılama ve kısırlaştırma yapabilecek mahalle klinikleri. Merkezileşip devasa tecrit hastaneleri değil, küçük ölçekte şehrin içerisinde bunu sağlamak hem hayvanların sağlığı hem de bu tür şiddetlerin sürdürülebilmesi için yegane çözüm olacaktır.