Hatırlasana! Çok eskide kalmış siyah beyaz zamanlardaydı. Adını sokağından alan, balkonunda sarmaşıkların olduğu, önü sokağa, arkası boş arsaya bakan o üç katlı mavi apartmanda başlamıştı hikâyen. Yalnız senin değil, bizim hikâyemiz. En güzel hikâyemiz. Bilirim, o zamanlarda dünyaya gelmiş olanların mutlaka vardır bizimkine benzeyen bir hikâyesi. Televizyonların hâlâ siyah beyaz olduğu, yaz akşamları parlak yıldızların altına salkım saçak kurulmuş çakıl taşlı açık hava sinemalarında Ayhan Işık, Sadri Alışık, Vahi Öz filmlerinin oynadığı, Gırgır dergisinin insanları mutlu ettiği, Avanak Avni’nin, ‘Yavlum Mithat’ın maceralarına, Zihni Sinir’in akıllara durgunluk veren projelerine herkesin çok güldüğü zamanlardaydı. Hatırlasana! Bir zamanlar çok fakir ama gururlu bir genç vardı...

“Bir maniniz yoksa annemler akşama size gelecek” hayatımızda yeri olan bir cümleydi, şimdi hiç kullanılmayan. Yanık odun kokusu kaplardı kış geceleri sokakları, hava erkenden kararırdı. Taş plaklarda Zeki Müren şarkıları çalar, sıcak yaz günleri açık pencerelerden yankılanırdı nağme nağme şarkılar. Sahi, gökyüzünde yalnız mı gezerdi yıldızlar?

Küpe takmazdı erkekler, internet kafeler değil pastaneler vardı. Yazın simitçiler, kışın bozacılar geçerdi sokaklardan, bakkalın veresiye defteri vardı. Bayramlarda mutlaka büyüklerin ellerini öperdik, boş çerçeveler dolmamıştı daha, hatırlasana.

Öyle yığınla televizyon kanalı filan da yoktu, İstiklal Marşı ile açılır ve yine öyle kapanırdı TRT… Televizyonu renkli izlemek için cama renkli kâğıt yapıştırırdı bizimkiler. Zevkle izlerdik Uzay Yolu’nu. Zafer Cilasun haberleri okurken, o kocaman radyoda “Arkası Yarın” başlardı. Hep yarını beklerdik merakla. Pazar günleri, merdaneli çamaşır makinesi çalışırken gürültüsünden korkardı Sarman, güzel kedim. Saklanırdı evin bir yerlerine. Sonra, bir gün yukardan sarkıtılan iple oynamak isterken düşmüştü balkondan. Ah Deniz! Komşu kızı… Ne çok ağlamıştın, hatırlasana! Çilek reçelinin yanında taze ekmek kokusu sarardı evi kahvaltıda, o yaşlı kadın sana hep en çok sevdiğin böreği yapardı. Boş çerçeveler dolmamıştı daha.

Ne çok üzülmüştün Aşık Veysel öldüğünde, hatırlasana! Ne de güzel söylerdi, “Benim sadık yarım kara topraktır” türküsünü. Eskiden hep sorardın, “Neden onun gözleri görmüyor?” diye. Anlatırlardı. Sonra yine ne çok ağlamıştın, o yaşlı kadın ölünce...

Taş plaklarda Zeki Müren şarkıları çalardı. Şimdi çok eskide kalmış siyah beyaz zamanlardaydı.

Hatırlasana!

***

Henüz arabaların istilasına uğramamıştı sokaklar. Çocuklar, sokaklarda oynardı, hiç bitmezdi oyunlar. Koskoca bir oyun parkını andırırdı sokaklar. O mavi apartmanın arkasındaki arsada yapılırdı mahalle maçları. Faniladan bozma formalarımız olurdu, arkasına ayakkabı boyasıyla adımızı yazdığımız. Aşağı Mahalle’nin takımıyla yapılan maçlar tatil zamanlarına ayrı bir renk katardı. Adına futbol denilen o güzel oyuna o zamanlar sevdalanmıştın, o ilk sarı lacivert formanı hatırlasana!

Top kiminse o mutlaka maçta, hem de istediği mevkide oynardı. Kaleye geçmek istemezdik hiçbirimiz, en yetenekli olan “kaptan” olur, kaleye kimin geçeceğine o karar verirdi. Eğer topun sahibi çocuk maç esnasında evden çağrılırsa, maç mutlaka yarım kalırdı. Lakaplar takardık birbirimize, en iyimiz mutlaka “Pele” olurdu. Futbolda “Hatice”nin değil neticenin önemli olduğunu o zamanlarda öğretmişlerdi sana, topun yuvarlak olduğunu, bir de üç korner bir penaltı kuralını. Saat filan tutulmazdı o maçlarda, beşte devre onda biterdi. Yenilen takım kalecisini yerden yere vurur, o maçta çuval dolusu gol yiyen kaleci, bir dahaki maçta “esas kaleciliğini” göstereceğini söyler, takım kaptanı rövanş maçını ayarlamak için hemen çalışmalara başlardı. Yenen takıma, istemeye istemeye gazoz ısmarlanırdı mutlaka. Uludağ gazozunun, içine karper konulmuş çeyrek ekmeğin hayatımızda önemli yeri vardı!

Kaleci, topu üç kere sektirince rakip takım açılır, giren gole penaltı, kaleden kaleye, bel hizasından yukarıya gol, elin avantajı olmazdı. Penaltı atarken abanmak ayıp sayılır, penaltı dediğin, “teknik” atılırdı. Penaltıyı atacak olan, “Korkma olum, teknik vurcam!” cümlesiyle kalecinin içini rahatlatırdı. Şahsi oynayan anında kaptan tarafından paslı oynaması konusunda ikaz edilirdi. Ancak kaptan istediği kadar şahsi oynamakta serbestti! Maçın son dakikalarında, skor ne olursa olsun atan alırdı. Her golden sonra mutlaka takımlar arasında o golün geçerli olup olmadığına dair tartışma yaşanır, mesele genelde “Adamın gol diyor olum!” cümlesiyle sonuca bağlanırdı.

Zaten belden yukarısı da gol sayılmazdı!

Maçın en güzel anında, mahallenin büyük abilerinden biri mutlaka sahaya dalar, topla birkaç varyete yaptıktan sonra olanca gücüyle topa abanır, topu dağa taşa yollardı. O ıslık çalarak uzaklaşırken, aramızdan en küçük olanı oflaya puflaya topu almaya koşardı. Sonra maçın en güzel yerinde, tam da golün sevincini yaşayacakken, annen evden çağırırdı!

Mahalle maçlarımız vardı, hatırlasana…

Ankara 19 Mayıs Stadı yıkılmamıştı daha, hafta sonları futbol şöleni olurdu, Ankaragücü’nü, Gençlerbirliği’ni, PTT’yi, Şekerspor’u izlemeye giderdi babalarının elinden tutmuş çocuklar. Ah PTT, Metin Kurt’un takımı, zamana yenik düşen Ankara’nın sarı siyahı... Futbol sevdalıları doldururdu tribünleri, seyyar satıcılar, sucular, yaşlılar, gençler, ortalık bayram yerine dönerdi. Köfteci Ferit’in köfte arabasının önünde uzun kuyruklar oluşur, yanı başımızdan Amigo Sefa geçerdi, durup hâl hatır sorardı, sohbet ederdi babamla bir süre…

***

Şimdi çok eskide kalmış siyah beyaz zamanlardaydı. Adını sokağından alan, balkonunda sarmaşıkların olduğu, önü sokağa, arkası arsaya bakan o üç katlı mavi apartmanda başlamıştı hikâyen. Yalnız senin değil, bizim hikâyemiz. En güzel hikâyemiz...

Sokaklarda çocuklar oynar, taş plaklarda Zeki Müren şarkıları çalardı...

Hatırlasana...

Dipnot: Bu yazı Ağustos 2010’da yine bu köşede yayınlandı.