Siyaset Bilimci Ayşen Uysal, “Gezi ile sokağın kullanımı zorlaştı, hükûmette ‘sokak eylemleri ile bizi devirecekler’ paranoyası oluştu” ifadesini kullanıyor. Uysal, “Örgütsüzseniz isteseniz de sokağı kuşatamazsınız” diyor ve ekliyor: “Sokak önemli. Biz çekildiğimizde, o alan tamamen iktidara kalmış̧ olacak.”

Sokaktan çok korkuyorlar

Filiz GAZİ

Son yıllarda hem iktidar hem de kontrolündeki medya, neredeyse her protestocuyu “terörist” ve “vatan haini” olarak tanımlıyor. Son olarak “barınamayan” öğrencileriçin iktidar cenahından benzer söylemler geldi. Gelinen yerde Türkiye’de protestocular artık itirazları için pek çok şeyi göze almak zorunda. “Sokakta Siyaset” kitabının yazarı, Siyaset Bilimci Prof. Dr. Ayşen Uysal, konuya ilişkin BirGün’ün sorularını yanıtladı. Uysal, “Gezi eylemlerinden itibaren sokağın kullanımı zorlaştı ve bu hakkın kullanılmasının giderek olanaksızlaşmasının kademeleri oluşturulmaya başlandı. Çünkü Gezi ilehükümetaçısından bir paranoya oluştu. İktidar cephesinde ‘sokak eylemleri ile bizi devirecekler’ söylemleri güçlenmeye başladı. Böylece protestolar çok daha şiddetle baskılanmaya başladı” ifadelerini kullanıyor.

Türkiye’de protesto hakkı şimdilerde ne durumda? Daha da doğrusu artık böyle bir haktan söz edebilir miyiz?

Bu sorunuza ‘hak verilmez, alınır’ diye bir sloganla başlayacağım. Türkiye’de hiçbir zaman protesto hakkını kullanmak kolay olmadı. Şimdi ise 2013’ten beri bu hakkın kullanımı askıya alınmış durumda. Protestonun zorluk derecesi çeşitli toplumsal kesimlere göre de farklılaşıyor. Bu dediğim hemen her ülkede olan bir şey. Her toplumsal gruba polis aynı şekilde yaklaşmıyor ama tabii ki Türkiye’de bu zorluğun derecesi daha fazla. 2013’te Gezi eylemlerinden itibaren sokağın kullanımı zorlaştı ve bu hakkın kullanılmasının giderek, olanaksızlaşmasının kademeleri oluşturulmaya başlandı. Çünkü Gezi ile birlikte hükümet açısından bir paranoya oluştu. İktidar cephesinde ‘sokak eylemleri ile bizi devirecekler’ söylemleri güçlenmeye başladı. Böylece protestolar çok daha şiddetle baskılanmaya başladı. Buna 2015’te müzakere sürecinin sonlanması ve 7 Haziran seçimleri eklendi. Akabinde 2016’da darbe girişimi ve OHAL uygulamaları geldi. Sonrasında eylemleri yasaklamak açısından bahane olarak da öne atılan pandemi süreci başladı. Türkiye’de protesto hakkı ile ilgili giderek alanın daraldığını, imkansızlaştığını görüyoruz.

TOPLUMSAL HAREKETLERDE BELEŞÇİLİK

Sosyal medyada eylem tarzlarına dair bir tartışma başladı. “Protesto dediğiniz, güllük gülistanlık bir şey değildir” diyen de var, buna karşı çıkan da… Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Tartışmaya geçmeden önce, özetle şunu söylemek istiyorum. Protestonun kendisi çatışmaya, uzlaşmazlık esasına dayanan bir siyaset yapma biçimidir. Bu şiddet anlamına gelmiyor. Dolayısıyla da siyaset biçiminin özünde olan bir şey uzlaşamama, çatışma vs… İkincisi, biraz önce Türkiye’de alanın daraltılmasından bahsettim. Artık Batı demokrasileri dediğimiz ülkelerde bile alanın daralması söz konusu. Tabii ki Türkiye ile karşılaştırılmayacak derecede farklılıklar var ama bir politika değişikliğine işaret etmemiz gerekiyor. 1968 hareketinden itibaren protesto eylemleri olağan bir siyaset yapma biçimi olarak kabul edilirken ve müdahalenin çok ekstrem durumlarda olması anlayışı varken bugün birçok ülkede bu politikalarda önemli değişiklikler görüyoruz. Örneğin önceki döneme kıyaslandığında Fransa’da da eylemlere daha sert müdahale ediliyor ya da engellemeye yönelik adımlar daha fazla olabiliyor. Türkiye’de sıklıkla ifade edildiği biçimiyle bir militerleşmeden söz ediyoruz. Militerleşme sadece askeri araçların kullanılması, şiddetin artması anlamına gelmiyor. Bunlara ilaveten Türkiye’de daha aşina olduğumuz biçimiyle polis karşısındaki eylemciyi bir muhalif olarak değil, bir düşman olarak görüyor ve bu davranış biçimi militerleşmenin ayrılmaz bir parçası.Başta söylediğim şeye tekrar dönmek istiyorum. Protesto, çatışmaya dayalı bir siyaset yapma biçimi… Dolayısıyla da bu tür baskı dönemlerinde çatışmanın fazlalaştığını görüyoruz. Sokağın açık tutulması başlı başına önem arz ediyor. Biz geri çekildiğimizde o alan tamamen devlete kalmış olacak. Protesto dediğimiz şey, alan kazanma esasına dayalı bir siyaset yapma biçimi… Hangi tarafın daha güçlü olduğunu belirleyen birçok faktör var. Siyasal konjonktür bunlardan birisi. Hükümetlerin siyasal rengi başka bir faktör. Türkiye’de protestocular en dezavantajlı dönemlerinden birini yaşıyor, bu güç mücadelesinde. Bahsettiğiniz tartışmaları yıllardır bu siyaset yapma biçimini benimsemiş biri olarak biraz hayretle, çoğu zaman da dehşetle izliyorum. Evindeki salonun konforundan ayrılmak istemeyen insanlar, eylemlerin artık sosyal medyaya yapıldığına ve oradan daha etkili olunabileceğine dair bir tartışma yürütüyor. Sosyal medya ve sokak birbirine karşıt alanlar değildir. Birbirini besleyen alanlardır. Bu tartışmada bizim toplumsal hareketler literatüründe “beleşçilik” olarak adlandırdığımız mesele ortaya çıkıyor.

“Beleşçilik” ile anlatmak istediğiniz ne?

Bu tür otoriter sistemlerde risk almayı hep başkasından bekleme meselesi… Türkiye’de mesele tam da bu. Yani birileri cezaevinde yatsın, birileri gözaltına alınsın, birileri işini kaybetsin ama bize kazanımları gelsin gibi bir beklenti bu dönemde maalesef çok görünür ve belirgin oldu. Asıl meselenin ben burada olduğunu düşünüyorum.

SOKAK İÇİN ÖRGÜTLÜLÜK ŞART

“Yakarsa dünyayı garipler yakar” lafı vardır. Bundan yola çıkarak soruyorum. Sokağı en iyi kim kuşatır? İyi eğitimli ‘orta sınıflar’ mı? Yoksullar mı?

Dönem dönem orta sınıflar daha fazla kuşatıyor sokağı ama dönem dönem de yoksullar. Birtakım şeylerden mahrum olmak, dezavantajlı olmak her zaman sokağı en iyi kuşatmak anlamına gelmiyor. Ekonomik kriz var, yoksullaşma var. Ee o zaman sokağa yoksullar çıkacak… Böyle otomatik bir şey değil bu. Her protesto eylemi birtakım kaynaklara ihtiyaç duyar. Örgütsüzseniz isteseniz de sokağa kuşatamazsınız. Maddi ya da maddi olmayan kaynaklar, uygun koşullarda bir araya geldiğinde çeşitli toplumsal gruplar sokağı kuşatabilir. Bugün Türkiye’de sokağı en iyi kuşatan, repertuar olarak en etkili kullanan toplumsal gruplardan birisi kadınlar ama bu da yılların mücadelesine, örgütlülüğüne ve bunlar sonucunda bir eylem repertuarının oluşmasına dayanıyor.

Fransa’da “Sarı Yelekliler” eylemlerinde mikrofon uzatılan bir kadının söylediği çok önemliydi. Aynı şeyi benzer bir şekilde maske karşıtı eylemlerde bir başkasının söylediğini okudum gazetelerden. Şöyle bir şey söylüyor: “Ben, buna şu şu nedenlerle karşıyım ama böyle bir eylemi kendim organize edemem, çünkü nasıl eylem yapılacağını bilmiyorum. O yüzden bu gruplara katılmak durumunda kaldım. Bu onların siyasi görüşlerini benimsediğim anlamına gelmiyor.”Bir düşünceyi benimseyebilirsiniz, savunmak için harekete geçmek isteyebilirsiniz ama bunun için başta örgütlülük olmak üzere birtakım kaynaklara sahip olmanız gerekiyor. Örgütlü değilseniz, ben sokağa çıkıyorum, diyemiyorsunuz.İnsanlık tarihi bize hangi toplumsal grupların ya da hangi sınıfların sokağı daha iyi kuşattığına dair dönemsel ve mekânsal olarak bir şey söylüyor. Zaman ve mekâna göre, değişen bir şey kimin sokağı daha iyi kuşattığı.

Peki, “sınıf” dediğimiz şey, ülkeden ülkeye değişen bir şey mi?

Sınıflara özgü yaşam tarzları, bazı özellikleri ülkeden ülkeye değişebilir tabii. Sınıfsal ittifaklar da öyle. İşçiler, öğrenciler, Fransa’da birlikte hareket edebilirler ama mesela Macaristan’da birlikte hareket etmeyebilirler. Şili’de birlikte hareket edebilirler, Arjantin’de bir araya gelemeyebilirler. Bir ülkenin tarihi, protesto gelenekleri ve bir dizi başka faktör bu, birlikte ya da ayrı hareket etme halini belirler. Türkiye’de özellikle 68’de bir miktar bu birliktelik görülebildiyse de, kültürel sermaye bakımından ortaya çıkan farklılıklar çoğu zaman en yoksullarla öğrencileri bir araya getirmekte engel teşkil etti.

Kültürel sermeye ile anlatmak istediğiniz nedir?

Kültürel sermaye, bireyin eğitim, bilgi birikimi, bilgi ve beceriye dayalı olarak sahip olduğu kaynakları ifade eder. Kültürel sermaye, ekonomik sermaye ile birlikte kişinin sınıf konumunu belirleyen bir faktördür. Buradan bakınca öğrencilerin işçilerle ve yoksul kesimlerle birlikte hareket edememesinin temel nedenlerinden biri de sınıfsal konumlarını belirleyen bu kültürel sermayede ifadesini bulur. Tarihsel olarak yerleşikleşmiş bir ayrılık da söz konusu, iki toplumsal kesim arasında.

Neden? Ekonomik olarak makas açık olduğundan mı?

Sadece bu değil. Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren orta sınıfların yaşam tarzları ile çok ilişkili bir şey olduğunu düşünüyorum. Yani batılılaşma ideolojisinde ve yaşam tarzında ifadesini bulan birçok faktöre dayanıyor. Yanıtlaması çok zor bir soru; çünkü çok faktörlü bir mesele… Tarihsel arka planı var ve sınıflara dair yaşam tarzlarının çok ayrışmış olması, sadece ekonomik sermeye ile ifadesini bulan bir şey değil.

2017’te yayınlanan “Sokakta Siyaset” kitabınızda en fazla eylemlerin yapıldığı şehirleri İstanbul, Ankara, İzmir ve Diyarbakır olarak sıralıyorsunuz. Birkaç gün önce Samsun’da 24 mahalleyi kapsayan arazi kamulaştırmasına karşı köylüler AKP Belediye binasını taşladı. Yine Karadeniz’de köylüler HES mücadeleleri veriyor. Tüm bunlar bize ne söylüyor?

Eylem alanları kapandıkça daha genel olandan farklı arayışlara ve dolayısıyla sistemin daha zayıf olduğu, daha açık verebileceği alanlara kayma başlar. İstanbul’da eylem yapmanın riski arttığında ve olanağı azaldığında, yerel olana bir kayış söz konusu. Bir de elbette şu boyutu var: Protesto eylemlerinde seferberlik hali için meselenin size, çoğunluğa değmesi gerekiyor. Araştırmalar bunu söylüyor. Mesele size değdiğinde daha kolay mobilize oluyorsunuz.Türkiye’de yerelde de başlayan talanlar doğrudan orada yaşayan köylülerin yaşam alanlarına, hayatlarına değen bir şey. Kadınlar başta olmak üzere aslında hiç protesto eylemine katılmamış insanların eyleme başladığını görüyoruz. Bu insanlar yıllardır protesto eylemlerini farklı görmüş ve devletin bugün kendisini “terörist” olarak algılamasına ve şiddet uygulamasına şaşırıyor. Böylece mevcut ezberleri bozuluyor. Gezi eylemlerinde de bunu çok konuşmuştuk. Yıllardır Kürtlere uygulanan baskı ve şiddetin Batı’ya kayması ile birlikte uyanış yaşayan toplumsal kesimler olmuştu. Özellikle orta sınıfların Gezi’ye yoğun katılımı nedeniyle Türkiye’nin batısından bu sesler yükselmişti. Başına gelmeyince insan, bazı şeyleri idrak etmekte zorlanabiliyor. Dolayısıyla toplumsal hareketler öne çıkan toplumsal meselelerle bağlantılı olarak ve denetim mekanizmalarına göre şekilleniyorlar. Devlet denetimi ile toplumsal hareketler arasında bir etkileşim söz konusu. Bu etkileşim toplumsal hareketleri biçimlendiriyor.

BASIN AÇIKLAMALARINDAN BIKMIŞLIK HALİ VAR

Türkiye’deki bir eylem biçimi de basın açıklamaları… Açıklama okunduktan sonra dağılınıyor. Sanırım bu anlamda bir kısırdöngüden bahsedebiliriz. Daha etkili eylem biçimleri ortaya çıkabilir mi?

Bu eylem biçimlerinin tercih edilmesi biraz alışkanlığa dayanıyor, kolay geliyor. Diğer taraftan gündem çok sık değişiyor, hemen acil bir şey yapma gereği ortaya çıkıyor ve ezberlenmiş, alışılmış bir eylem biçimi olarak basın açıklaması yapılıyor. Üstelik üç beş kişinin katılımıyla da yapılabiliyor.Türkiye’de yaptığım saha çalışmalarının da gösterdiği şey, basın açıklamalarından bir bıkmışlık halinin olduğu yönünde. Basın açıklamalarını düzenleyenler ve katılanlarda da bıkkınlık oluşmuş durumda. Artık uzun bir süredir etkisinin olmadığının da farkındalar. Daha etkili eylem biçimleri ortaya çıkabilir mi? Geliştirilebilir mi? Elbette. Ancak bu çok kolay bir şey değil. Yapılan araştırmalar hep alışkanlığın baskın çıktığını gösteriyor. Fakat Türkiye’de birtakım öğrenci örgütleri bu konuda çok başarılılar. Hem polisi şaşırtan hem medyanın ilgisini çeken hem de başka toplumsal kesimlerin ilgisini çeken eylemler düzenlemekte oldukça yaratıcılar. Buna kafa yormak ve istekli olmak gerekiyor ama eylem biçimleri bugünden yarına hızlıca değişen bir şey değil. Diğer taraftan, Türkiye’deki eylem repertuarı çok kısır da değil. İşçi eylemleri açısından 1990’larda toplu sakal bırakma, gömleğini satma gibi eylemler yapılırdı. Sonrasında örgütlülüğün azalması ve sendikasızlaşmaya bağlı olarak işçilerin kolektif eylemlerinde azalma oldu.Bergama köylülerinin yaratıcı eylemlerini unutmamamız gerek. Cumartesi İnsanları yıllarca sivil itaatsizlik eylemlerini sürdürdü, Galatasaray Meydanı ellerinden alınmış olsa da sürdürmeye devam ediyorlar. Kadınlar bu coğrafyanın en renkli eylemlerini düzenleyenler… Öğrenci kolektifleriise yaratıcılıkta sınır tanımıyor.