Absürt fikirlerin, politik doğruculuk trendlerine uygun bir şekilde ambalajlanınca, akademik dergilerde basılabiliyor olması sadece akademik dürüstlüğü zedelemekle kalmıyor bu kimlik gruplarının verdiği haklı mücadelenin de altını kazıyor

Sokal'ın karesi: “Grievance Studies” vakası

Geçtiğimiz aylarda akademide yeni bir Sokal parodisi çevrildi. Bir online dergi editörü olan Helen Pluckrose, matematikçi James Lindsay ve felsefeci Peter Boghossian toplumsal cinsiyet, feminizm, cinsellik, şişmanlık, sosyoloji ve benzeri alanlarda saçmalıklarla dolu 20 kurmaca makale yazıp kalburüstü akademik dergilere yollamışlar. Bu 20 makalenin yedisi hızlıca kabul edilmiş. Yedinin dördü yayımlanmış. Geriye kalanların dört tanesine de “düzelt & yeniden yolla” gelmiş. Bu müthiş bir “başarı,” zira 1,5 sene içinde basılan dört makale ve basılma yolunda yedi makale ile çoğu akademisyen doçentliğini rahatlıkla alabilir.

Geriye dönüş: Sokal vakası
Olaylar 1996 yılında, NYU’da fizik bölümü ve Londra Üniversitesi’nde matematik bölümü profesörlerinden Alan Sokal’ın, Duke Üniversitesi Yayınları’ndan çıkan ve sosyo-kültürel incelemelerin yer aldığı hakemli bir dergi olan Social Text’e “Transgressing the Boundaries: Towards a Transformative Hermeneutics of Quantum Gravity” başlıklı makalesini göndermesiyle başlıyor.

Bulanık mantıktan kuantum mekaniğine, manifold kalkülüsünden homolojiye, Galileo’dan Hobsbawn’a kadar oldukça geniş bir yelpazede yazılmış ve başlığından bile son derece eklektik olduğu anlaşılan bu makale derginin hakemleri tarafından değerlendiriliyor. Hakemlerden biri makalenin kendisine pek bir şey ifade etmediğini yazıyor. Ancak diğer hakemlerin, Sokal’ın kariyerini, ismini, prestijini ön plana çıkartarak böylesine kallavi bir makalenin yayınlanmasının dergi için iyi olacağını belirtmeleri üzerine makale basılıyor. Güzel atıflar, ağdalı laflar, çarpıcı alıntılarla bezeli makale, okuyanlar tarafından da tam olarak anlaşılmamasına rağmen epey ilgi görüyor.

Esas vaka bundan sonra başlıyor. Bir süre sonra Sokal bu makalenin tam manasıyla bir “zırva” olduğunu, hiçbir akademik içeriğe sahip olmadığını, neredeyse rastgele yazılmış terminolojilerden oluştuğunu açıklıyor. Bunu yapma sebebini de akademideki tutuculuğu, işgüzarlığı, ezoterizmi gözler önüne serme çabası olarak ifade ediyor. Başarılı da oluyor; sonuçta, Duke gibi sıralamalarda üstlerde yer alan bir üniversitenin önemli akademik dergilerinden birinde “bullshit” dolu bir makale yayımlanıyor. Tam bir skandal!!

Yıllar sonra, 2009 senesinde, Robb Willer, Ko Kuwabara ve Michael Macy öğrencilerine Sokal’ın malum makalesini okuyup değerlendirmelerini istedikleri bir deney yapıyorlar. Metnin prestijli bir entelektüel tarafından yazıldığı söylenen gruptaki öğrencilerin, metnin başka bir öğrenci tarafından yazıldığı söylenen gruptakilerden daha yüksek puanladığı görülüyor. Yani isim ve itibar kurmaca bir makalenin bile kıymetini arttırabiliyor.

Sokal’ın karesi: “Grievance Studies” vakası
Bugün Pluckrose, Lindsay ve Boghossian’ın çevirdiği oyunu, Sokal’ın tek makaleyle yaptığının genişletilmiş bir versiyonu olarak görebiliriz. Paylaştıkları basın özetinde elemanlarımız kendilerini “grievance studies” (şikayet / sızlanma çalışmaları) grubu olarak lanse ediyorlar çünkü topa tuttukları alanlardaki kişiler genelde kendilerine “bi’ şey çalışmaları” diyorlar. Bu toplulukların işleyişleri belli başlı kimlik gruplarının –yerli ya da yersiz– şikayetlerini alevlendirmek üzerine kurulu. Kuir çalışmaları, şişman çalışmaları, toplumsal cinsiyet çalışmaları, zart çalışmaları, zurt çalışmaları vesaire…

Ön plana çıkan birkaç makaleye bakacak olursak; Türkçesiyle, “Arka Kapıdan Girmek” başlıklı kurmaca makalede maskülenlik ile heteroseksüel anal cinsellik arasında bir ilişki olduğunu, seks oyuncaklarıyla kendilerine anal penetrasyon yapan heteroseksüel erkeklerin daha az transfobik olduklarını, tecavüz konusunda daha fazla farkındalık gösterdiklerini ve maskülen normlara daha az riayet ettiklerini öne sürüyorlar. Buradan da heteroseksüel erkekleri kendilerine dildoyla anal penetrasyon yapmaya teşvik ederek transfobiyi azaltıp feminist değerleri arttırabilecekleri sonucuna varıyorlar. Bu makale Sexuality & Culture dergisinin son sayısında yayımlanmış.

Gender, Place, and Culture gibi alanının iyi dergilerinden birinde yayımlanan, kısa başlığı “Dog Park” olan “Human Reactions to Rape Culture and Queer Performativity in Urban Dog Parks in Portland, Oregon” makalesinde ise elemanlarımız köpek parklarındaki tecavüz kültürünün (köpekler-arası çiftleşmenin) çözümlemesini yapmışlar. Köpeğin köpeğe tecavüzünün, ezen ve ezilen köpek arasındaki sistemik bir problem olarak ele alındığı araştırmada dişi ve kuir-erkek köpeklere karşı sahiplerinin takındıkları tavırların toplumsal inşaların (social constructs) anlaşılmasında aydınlatıcı olacağı tartışılıyor.

Tam adı “Who Are They To Judge?: Overcoming Anthropometry and a Framework for Fat Bodybuilding” olan “Şişman Vücut Geliştirme” makalesinde ise baskıcı kültürlerin kas geliştirmeyi takdire değer saydığı, ancak şişmanlığın da meşru olması gerektiği savunuluyor. Profesyonel vücut geliştirme yarışmalarına kilolu insanların da katılmalarının şişman aktivizmi adına büyük bir fırsat olabileceği söyleniyor. Hatta gelecek yarışmalar için dört maddelik bir kurallar listesi de sunuluyor. Bu makale de Fat Studies dergisinde yayımlanmış. Evet, böyle bir dergi varmış.

sokal-in-karesi-grievance-studies-vakasi-525269-1.
Günümüz akademisindeki neoliberal dinamikler, kaliteli yayın yapmanın önünü tıkıyor. Hem ideolojik/siyasi motivasyon hem serbest piyasa mekanizması hem de doçentlik sisteminin kurgusu –ki bunların hepsi birbirini besliyor– post-modernizm kılıfı altında bilimin suistimal edilmesine zemin hazırlıyor.


Bir diğer makalede yapay zekanın maskülen, emperyalist ve rasyonel bir veri setiyle programlandığı için çok tehlikeli olduğu öne sürülmüş. Heteroseksüel beyaz erkeklerin kadınların emrinde olmaktan korktukları, yapay zekanın çoğulcu bir şekilde programlanması gerektiği ve sistemdeki boşlukların maskülen üst-anlatıların (metanarrative) değil ancak bilimsel feminist epistemoloji ile doldurulabileceği gibi argümanlar tartışılmış. Bu makale Feminist Theory dergisinden kısaltıldığı taktirde basılabileceği yönünde bir hakem raporu almış. İçeriğe dair herhangi bir olumsuz değerlendirme gelmemiş.

“Bir cinsel şiddet olarak mastürbasyon” kısa başlıklı başka bir makaledeyse erkeklerin mastürbasyon yaparken gözlerinde canlandırdıkları kadınlardan izin almadıkları takdirde metaseksüel şiddet uygulamış oldukları öne sürülüyor.

Erkeklerin otoerotik fantezilerinde kadınları izinsiz düşünmelerinin kadınların kişiliksizleştirilmelerine sebebiyet verdiği, onları cinsel obje haline getirdiği, böylelikle de tecavüz kültürünü yeniden ürettiği söyleniyor. Kadınlara yönelik şiddetin her türlüsünün irdelenmesi gerektiği ve bunun için de metaseksüel tecavüz konusunda farkındalık yaratılmasının elzem olduğu vurgulanıyor. Bu makale Sociological Theory dergisi hakemleri tarafından reddedilmiş fakat yorumlar olması gerektiği kadar sert değil. Daha hafif başka bir dergide pekâlâ basılabilirdi.

Epistemoloji ve demarkasyon problemi
“Zart-zurt çalışmaları” tarzındaki dergilerin büyük bir kısmı siyasi gündemlerini akademik sertlik ve dürüstlüğün üstüne koyuyor. Absürt fikirlerin, politik doğruculuk trendlerine uygun bir şekilde ambalajlanınca, akademik dergilerde basılabiliyor olması sadece akademik dürüstlüğü zedelemekle kalmıyor bu kimlik gruplarının verdiği haklı mücadelenin de altını kazıyor.

Pluckrose, Lindsay ve Boghossian’ın dikkat çektiği problem çok gerçek. Onların makaleleri kasten kurmaca olduğu için bu bir eşek şakası halini alıyor. Ama buna benzer binlerce yalan dolan içerik böyle akademik dergilerde yayımlanıyor. Madem öyle, aradaki farkı nasıl söyleyebiliriz? Yani bilimi sahte-bilimden nasıl demarke edebiliriz?

Altmışlı yıllarda Feyerabend, Lakatos, Kuhn ve Popper arasında dönen –benim de epey çalıştığım– epistemoloji tartışmasında bu soruların cevapları aranmış ama bir mutabakata varılamamıştı. Derin bir mesele olduğu için akademisyenlerin çoğu bu polemiğe hiç bulaşmayıp bildiklerini okumaya devam ettiler. Fakat çok açık ki ortada ciddi bir sorun var. Zaten vardı, görünüşe göre var olmaya da devam ediyor.

Mesele sadece sosyal bilimlere özgü de değil. The Guardian yazarlarından tıp doktoru Ben Goldacre’nin “Bad Science” ve “Bad Pharma” kitaplarında anlattığı üzere, araştırmaların kapitalist şirketler tarafından finanse edildiği bir sistemde fen bilimleri alanlarında da bulgular kolaylıkla fabrike edilebiliyor. Eğer durum böyleyse, mesela, Monsanto tarafından finanse edilmiş “GDO’lu gıdalar insan sağlığına zararlı değildir” sonucunu gösteren akademik yayınlara itibar edebilir miyiz? Ya da WTO’nun fonladığı “serbest ticaretten bütün ülkeler kazanır” argümanını destekleyen makalelere? Veyahut İzlanda Ticaret Odası’nın iktisatçı Fred Mishkin’e sipariş ettiği “İzlanda finansal sistemi istikrarlıdır” makalesine (bkz. The Inside Job)? Zira İzlanda bu makaleden 2,5 sene sonra iflas etmişti…

Neoliberal akademinin getirdikleri
Üniversitelerdeki “academic tenure” sistemi bilimsel yayın kalitesinde dibe doğru bir yarış başlattı. Doçent olmak için belli sayılarda yayın yapma, bildiri sunma, kitap bölümü yazma vs. gibi yapay kriterler sebebiyle akademisyenler kota doldurmaya çalışan pazarlamacılara dönmüş durumdalar. Bu haliyle sistem, akademisyenleri sözleşme yenilemek için ıvır zıvır makaleler çıkarmaya teşvik ediyor. Direkt kurmaca olmasa da bilime ve topluma dişe dokunur bir katkısı olmayan çok sayıda kalitesiz yayın çıkıyor. Yani akademik yayınlarda bir fazla üretim (over-production) olduğu bir kesinlik. Üniversite yönetimleri de kısa vadede “ranking” prestiji elde etmek istedikleri için bu tezgâha çanak tutuyorlar. Halbuki doğru, düzgün, kaliteli akademik yayın yoğun bir mesai ve konsantrasyon gerektirir. Fakat piyasa dinamikleri bunun tam tersine çalışıyor.

Zamanla, kriterleri yerine getirmek için, bu kalitesiz içeriği basacak kalitesiz dergiler ihtiyaç haline geliyor. Sonuçta akademi kapalı bir kutu; bu dergilerde editörlük ve hakemlik yapanlar ile doçentliğini almak zorunda olanlar aynı kişiler.

Dolayısıyla, herkes kendi epistemolojik komünitesini kurup gündemini ve kurallarını kendilerinin belirledikleri bir dergi çıkarma yoluna gidiyor. Hal böyle olunca da, özellikle “zart-zurt çalışmaları” alanlarında, bilim kisvesi altında bol bol saçmalık üretiliyor. Bu saçmalıktan herkes (üniversiteler, akademisyenler ve şirketler) bir fayda elde ettiği için sistem kendini büyüterek yeniden üretebiliyor.

Araştırma fonları yarışında da aslında benzer bir hikâye dönüyor. ERC her yıl dünya kadar araştırma fonu dağıtıyor.

Fındık kabuğunu doldurmayan (Norveç’in ufacık bir kasabasındaki bir balık çiftliğinin oyun teorik modellenmesi gibilerinden) projelere milyonlarca avro destek veriliyor. Özellikle sosyal bilimlerde fon almaya hak kazanan projelerin içeriklerine bir baksanız bu kaynakların nasıl verimsiz tahsis edildiğini görürsünüz.

Diyeceğim; günümüz akademisindeki neoliberal dinamikler, kaliteli yayın yapmanın önünü tıkıyor. Hem ideolojik/siyasi motivasyon hem serbest piyasa mekanizması hem de doçentlik sisteminin kurgusu –ki bunların hepsi birbirini besliyor– post-modernizm kılıfı altında bilimin suistimal edilmesine zemin hazırlıyor. Bu çerçeveden bakıldığında Pluckrose, Lindsay ve Boghossian’in çevirdiği parodinin taşı tam da gediğine koyduğunu söyleyebiliriz. Peki akademide bir şeyler değişir mi? Bu durumu görmesi gerekenler görmezden gelecek ya da ciddiye almayacak, sonuçta da, en azından kısa vadede, hiçbir şey değişmeyecek.