Türkiye, dolaylı vergilerde aşırıya kaçan bir ülke örneği oluşturmaktadır. O halde neşterin ilk vurulacağı yer burasıdır. Bunun karşılığı mutlaka dolaysız vergilerin artırılması olmak durumundadır. O halde, sol bir programın vergi politikasının ana hatları bu iki eksen üzerinden geliştirilmelidir.

Sol bir programın vergi politikası

Oğuz Oyan

Vergi, ekonomik/sınıfsal güç ilişkilerinin reel bir yansımasıdır. Bu bakımdan vergi, insanlık tarihinin en eski toplumsal/ekonomik kurumlarındandır. İnsan topluluklarının az-çok düzenli bir ekonomik-artık oluşturmaya başladıkları dönemlerden, esas olarak tarım devriminden itibaren, vergi benzeri zorunlu bağış düzenekleri belirmeye başlamıştır. Dolayısıyla verginin ortaya çıkışı devletli toplumların bile öncesine gider; ilkel sınıflı toplumların oluşmaya başlaması yeterlidir.

Kuşkusuz devletin ortaya çıkmasıyla birlikte, ekonomik artığı (artık-emeği/ artık-ürünü) sağma düzenekleri sistematik/ kurumsal bir yapı kazanmaya başlayacaktır. Üretim tarzları giderek karmaşıklaştıkça, tarım temelli toplumdan sanayi temelli olanlara geçtikçe, ona denk düşen devlet yapıları da karmaşıklaşacak ve artık-sağma düzenekleri de hem çeşitlenecek hem de “mükemmelleşecektir”.

Verginin yükünü çekenler, üretim tarzlarının bütünü için, emekçi/ üretici sınıflardır. Ancak feodal toplumlardan kapitalist topluma geçişle birlikte, vergi karşısında görünürde hukuki eşitlik sağlanacaktır. Bilindiği gibi feodal toplumlarda sömürü ilişkilerini gizleyecek dolaylı düzeneklere ihtiyaç duyulmaz. Batı Avrupa’nın feodal ilişkilerinde, “savaşanlar, dua edenler ve vergi ödeyicisi üreticiler” üçlü ayrımı yeterince öğreticidir. Laik ve ruhban soylular, sınıfsal konumları itibariyle vergisel ayrıcalıklara tâbidirler. Kapitalist toplumda hukuksal düzlemdeki eşitlik tanımı, ekonomik düzlemde karşılığını bulmayacak, sömürü ilişkileri -nitel olarak değilse bile- nicel olarak katmerlenecektir. Böylece, feodal toplumdaki “hukuksal eşitsizlik” ile “ekonomik/ vergisel eşitsizlikler arasındaki uyum, kapitalist toplumda “hukuksal eşitlik” sağlanmasıyla bozulmuş olacaktır. (“Hukuksal eşitlik” konusunun giderek aşınmasının tartışılması buradaki meselemiz değildir).


Kapitalist üretim tarzında ve bugünkü nihai aşamasında vergi sağma düzenekleri de kuşkusuz en gelişkin aşamaya getirilmiştir. Ancak olgun kapitalist ekonomiler ile az gelişmiş kapitalist ekonomiler arasında, ücretli kesimlerin en ağırlıklı vergi yükü taşıyıcısı olması bakımından pek fark yoktur. Tabii şu fark ihmal edilemez: Gelişmiş kapitalist ülkelerde ücretli kesimlerin toplam istihdam ve milli gelir içindeki payı gelişmemişlere kıyasla daha yüksek, üstelik emekçilerin bilinç ve örgütlenme düzeyi de daha yüksek olduğundan, ücretliler üzerindeki vergi baskısı da görece daha hafiftir. Çevre ülkelerinde egemen sermaye güçleri vergileme alanında kendi çıkarlarını gerek yasama sürecinde, gerekse hukuk-dışı alanlarda (kayıtdışılık, vergi kaçırma) daha fazla koruyabilmektedir.

Sonuçta ekonomik/sınıfsal güç dengelerini hesaba katmayan her türlü vergi düzenlemesi, ya hukuken ya da fiilen geçersiz kalmaktadır. Türkiye’de 1998 yılında çıkarılan 4369 Sayılı Yasa (Temizel) bunun tipik bir örneğidir. Bu yazıda, kapitalist ilişkilerin egemen olduğu Türkiye somutunda, sol bir programın hangi vergi politikası araçlarıyla nasıl bir vergi sistemi tahayyülü olabileceğine ilişkin genel bir yaklaşım sunulacaktır. Sosyalist bir toplum için önerilebilecek bir vergi politikası kuşkusuz temelden farklı olacaktır; ancak bu, buradaki konumuz dışındadır.

sol-bir-programin-vergi-politikasi-668071-1.
Bu alanda yapılacak ilk iş, dolaysız vergilerde sermayeyi kayıran vergi istisna ve muafiyetlerinin ayıklanmasıdır. Vergi harcamalarının 2020 yılında 195,6 milyar TL’ye çıkacağını, bunun 117 milyarının sadece GV ve KV üzerinden yapılacağını; 2022 yılına gelindiğinde birincisinin 251,4 milyar liraya, ikincisinin ise 150 milyar TL’ye yükseleceği bilinirse, bu konunun önemi daha iyi anlaşılır.


VERGİLEMEDE EĞİLİMLER VE TÜRKİYE

Gelişmişlik farklarından bağımsız olarak vergi yapısı bakımından kapitalist ülkeler arasında farklılıklar oluşabilmektedir. Birinci farklılık dolaysız-dolaylı vergilerin göreli ağırlığı bakımındandır. Anglo-sakson kökenli ülkelerde dolaysızlar genelde daha ağırlıklıdır. Diğer birçok gelişmiş ülke örneği de (İskandinav ülkeleri, Belçika gibi) bunlara eklenebilir. Başka birçok ülkede, bilhassa vergi idarelerini tam geliştirememiş veya egemen ekonomik güçleri vergilendirebilecek kamusal otoriteyi kuramamış çevre ülkelerinde, dolaylı vergilerin ağırlıklı olduğu vergi sistemleri geçerlidir. Bununla birlikte, sermaye kesiminin vergilendirmeye tepkilerinin bir sonucu olarak, dolaylı vergilerin payında genelde bir yükseliş eğilimi söz konusudur.

Sermayenin vergiye tepkisinin bir nedeni de, 20. yüzyıl boyunca toplam vergi yükünün (bu arada kısmen sermayenin vergi yükünün) artış eğiliminde olmasıdır. Bu artış eğilimi, kapitalist devletin kapitalist düzenlemenin gereklerine uygun olarak (sermayenin değer yitimi süreçlerini hafifletme önceliğine de uygun olarak) kamu harcamaları ve yatırımlarını artırma zorunluluğuna bağlı olmuştur. İki büyük savaşın gerektirdiği harcama/vergi artışı sıçramaları da önemli etkenlerdendir. İkinci savaş sonrasında sistemler arası rekabet kadar keynesyen birikim modelinin gerektirdiği daha bölüşümcü iktisat/maliye politikaları da bu eğilimi desteklemiştir. 1980 sonrasındaki neoliberal dönüşümde gelir ve kurumlar vergisi oranlarının düşürülmesini hedefleyen arz yönlü iktisat politikalarıyla (Thatcher, Reagan) bu gidişat tersine çevrilmeye çalışılsa da, elde edilebilen sonuç, toplam vergi yüklerinin artış eğiliminin genelde frenlenebilmesi olabilmiştir. 21. yüzyıldaki tablo da bunun devamıdır.

Türkiye’de de Özal döneminde arz yönlü iktisat politikalarının kötü bir taklidi denenmiştir. Toplam vergi yükü esasen gelişmiş ülkelerdekinin hayli altında olan ülkede bu politikaların çok olumsuz sonuçları olmuştur. Vergi gelirlerinin milli gelire oranı, dolaysızlardaki hızlı çöküşün de etkisiyle, 1984’te tarihi bir tabana vurmuştur. Bunun telafisi izleyen yıllarda üç yoldan yapılacaktır: -dolaylı vergilere kaçış; -istihdam vergisi niteliğindeki fon kesintilerinin ücret gelirlerine bindirilmesi; -büyüyen bütçe açıklarının daha önce görülmemiş bir iç borçlanmaya sürüklemesi.

Örnekleyelim: 1989-93 yılları ortalaması bile, vergi gelirleri içinde henüz yüzde 41 oranında bir Gelir Vergisi (GV) ağırlığını vermektedir. Oysa 2015-18 için bu ağırlık sadece yüzde 19,8’dir. GV’ye Kurumlar Vergisi’ni (KV) ve mülkiyet artı veraset vergilerini de katsaydık, başlangıçta yüzde 55-60 arasında oluşan ağırlığın 2015-18’de yüzde 34’e kadar gerilediğini görürdük. 2020 bütçesinde dolaylıların öngörülen ağırlığının yüzde 67 olduğu dikkate alındığında, ANAP ve AKP tahribatlarının önemi daha iyi anlaşılır.

NASIL BİR VERGİ SİSTEMİ?

Türkiye, dolaylı vergilerde aşırıya kaçan bir ülke örneği oluşturmaktadır. O halde neşterin ilk vurulacağı yer burasıdır. Bunun karşılığı mutlaka dolaysız vergilerin artırılması olmak durumundadır. O halde, sol bir programın vergi politikasının ana hatları bu iki eksen üzerinden geliştirilmelidir.
Peki, dolaysız vergilerin payının arttırılması önerisi sorunsuz mudur? Hayır: Türkiye örneği alınırsa, GV bir ücret vergisi niteliğindedir! 2019’un ilk yarısı itibariyle, ücretliler toplam GV’nin yüzde 65’ini karşılarken, milli gelir payları yüzde 21,2’dir. Dolayısıyla, ücret geliri sahipleri milli gelir paylarının üç katından fazla bir GV baskısı (65/21,2= 3,06) altındadırlar. Bu, şimdiye kadar görülmemiş bir katsayıdır! Oysa tüm diğer sermaye geliri kategorileri (kâr, faiz, rant) için GV baskısı katsayısı (ayrı ayrı veya topluca) 1’in altındadır; yani milli gelir paylarının çok altında bir GV payına sahiptirler. Dolaylı vergiler için de benzer manzaralar geçerlidir.

Demek ki, sol bir vergi politikasının iki başlangıç handikapı bulunmaktadır: Dolaylı vergilerin toplam içindeki payını azaltmak ile GV içinde ücretlilerin payını azaltmak gibi iki temel hedefin ikisi de vergi gelirlerini ciddi anlamda azaltıcı niteliktedir. Kamu harcamalarının kısıtlanması düşünülmeyecekse -ki bu düşünülmemeli ancak harcama öncelikleri yeniden belirlenmelidir- bu azalışları telafi etmek için ücret dışı gelir kategorilerine çok yüksek dozlarda yüklenmek gerekecektir. Bunun siyasi, ekonomik ve toplumsal koşulları var mıdır veya hızla oluşturulabilir mi? Bu, kolay bir soru değildir. Tekrar başa dönersek, sınıfsal reel güç ilişkilerinin iktidara nasıl yansıyacağına bağlıdır.

DOLAYLI VERGİLER

Şimdi biraz daha ayrıntılandıralım. Dolaylı vergilerin lokomotifi KDV ve Özel Tüketim Vergisi (ÖTV)›dir. KDV, yüzde 1›den yüzde 18›e kadar giden çok çeşitli oranlara sahiptir. Ayrıca önemli istisnalarla uygulanmaktadır. Temel bazı mal ve hizmetlerde sözde bazı düşük oranlar uygulansa da, verginin yükü geniş halk kesimleri üzerindedir. Verginin doğrudan ve dolaylı denetimleri çok yetersiz olduğundan, vergi tahakkuku ile tahsilatı arasındaki fark giderek açılmıştır. Belgesiz alışverişleri caydırıcı hiçbir önlem (örneğin ücretlilere vergi iadesi gibi) alınmadığından, zaten sermayeye ilave bir teşvik öğesi olan bu vergi şimdi adeta bir kısım sermayeye gelir transferi aracı gibi çalışmaktadır. (Mahsuplaşma sonrası KDV iadesini zamanında alamayan sermayedar açısından ise şikayet konusudur). Bu vergi ya sil baştan düzenlenmeli, ya da mahsuplaşmaya imkân vermeyen bir nihai satış vergisine dönüştürülmelidir.

Her durumda, standart oranının yüzde 18 gibi halkı ezen ve vergi kaçırmayı teşvik eden düzeyinin en azından («dâhilde uygulanan KDV» açısından) yeniden 1984›ün standart oranına yani yüzde 10›a çekilmesi, temel mal ve hizmetlerin tümü için de daha düşük oranlar benimsenmesi gerekir.

ÖTV ise ya kaldırılmalı ya da bugün olduğu gibi konfor malları üzerine konulan salt gelir amaçlı anti-sosyal bir vergi özelliğinden kurtarılmalıdır. Eğer geçici bir süre sistemde korunacaksa, abartılı olmamak kaydıyla, sadece petrol ürünleri ve türevlerinden, tütünden ve lüks tanımlı tüketim mallarından alınmalıdır. (Örneğin otomobillerin sadece lüks sınıfına girenlerinden).

DOLAYSIZ VERGİLER

Bu alanda yapılacak ilk iş, dolaysız vergilerde sermayeyi kayıran vergi istisna ve muafiyetlerinin ayıklanmasıdır. Vergi harcamalarının (vergi bağışıklığından yararlanlardan tahsil edilmeyen vergi gelirlerinin) 2020 yılında 195,6 milyar TL’ye çıkacağını, bunun 117 milyarının sadece GV ve KV üzerinden yapılacağını; 2022 yılına gelindiğinde birincisinin 251,4 milyar liraya, ikincisinin ise 150 milyar TL’ye yükseleceği bilinirse, bu konunun önemi daha iyi anlaşılır.

İkinci iş, GV'de, beyannameli mükellefler için herbir geliri ayrı ayrı ve sabit bir stopaj oranıyla vergilemek yerine, gelirlerin toplanarak artan oranlı tarifeye tâbi tutulmasına (üniter sisteme) geçiş yapılmalıdır. Bu bağlamda kâr paylarını vergi dışı tutan GV ile KV’yi birleştirme tekniğine son verilmeli ve temettüler GV’nin artan oranlı tarifesi üzerinden vergilendirilmelidir.

Bu iki önlem, sermayeyi yerinden sıçratmaya yetecektir. Ama kapsamlı bir vergi reformu için yeterli değildir. Üçüncü iş, GV tarifesinin ücretlileri ağır bir biçimde vergilendiren ilk üç diliminin 3-4 kat genişletilmesi ve ücretliler için 5’er puan daha düşük oranlarla uygulanmasıdır.

Dördüncü iş, kentsel değer artışlarını, menkul ve gayrimenkul değer artışlarını artan oranlı bir tarifeden vergilendirebilmektir.

Nihayet, beşinci ve çok önemli bir başlık da, servet unsurlarını kısmen değil tamamen kapsayacak artan oranlı bir nominal servet vergisinin getirilmesidir (sosyalist bir sisteme geçişte, nominal değil gerçek bir servet vergisi gerekli olurdu). Böyle bir verginin matrahının oluşturulması için servet beyanının zorunlu hale getirilmesi şarttır. (Servet beyanı, GV gibi vergilerin dolaylı denetimi için de vazgeçilmez bir kontrol aracıdır). Türkiye’de 2014’te nüfusun yüzde 1’lik bölümünün toplam servetin yüzde 54,3’üne sahip olduğu dikkate alınırsa, servet unsurları çok önemli bir vergileme alanı olarak durmaktadır.

Şu akla gelebilir: Son vergi paketiyle getirilen «Değerli Konut Vergisi» (değeri 5 milyonu aşan konutlardan binde 3; değeri 7,5-10 milyon olanlardan binde 5; değeri 10 milyonu aşanlardan binde 10 vergi alınması) için koparılan gürültüye bakınca, genel bir servet vergisinin kapitalist toplum altında mümkün olamayacağı düşünülebilir. Bu doğru değildir. Birçok gelişmiş kapitalist toplumda örnekleri vardır. Esasen, Değerli Konut Vergisi›ne tepkiler sermayenin kendisinden ziyade sermayenin eteklerinde palazlanmış küçük burjuva kesimlerden (başta sermayenin başyazarlarından) gelmektedir. Sermaye açısından, değerli konut vergisi gibi kısmî servet vergileri zevahiri kurtarmak için yeterli oluyorsa, servetleri için bir sığınak işlevi bile görebilir.

Buradaki kritik konulardan biri de, vergi reformuyla birlikte ekonomik önlemlerin de alınması, örneğin sermaye kaçışlarının önlenmesi için sermaye kontrolleri rejimine geçilmesidir.

Sonsöz: Bu önerilerin çoğunu 1989’dan beri dile getiren, SHP’nin 1991 seçim bildirgesi/broşürleri de dâhil son 30 yıldır çeşitli raporlara yansıtanlardan biri olarak şunu söyleyebilirim: Türkiye’de gelir ve servet dağılımı sürekli kötüleşmekte, vergi sistemi de bu kötüleşmede ciddi bir rol oynamaktadır.

Önerilerin özü ise değişmemektedir, çünkü vergi sisteminin hastalıkları nitelik değil sadece nicelik değiştirmektedir.

Not: BirGün okurlarının yeni yılını kutlar, 21. yüzyılın ilk beşte birinin sonunu simgeleyen 2020 yılının geçmiş yılı/yılları aratmamasını dilerim.
Bu arada Sol Parti’nin de yolu açık olsun.

cukurda-defineci-avi-540867-1.