Gündelik dilde “Hele şunun bir adını koyalım” cümlesi yaygın kullanılır. Bir şeyin fiyatını belirlemek yanı sıra konuya açıklık getirmek anlamına da gelir.
Konuya ilişkin örnek bulayım diye Google’a yazdım, bakın ne buldum: Ertuğrul Özkök 16 Şubat 2014 tarihli yazısının başlığını “Artık bu rejimin adını koyalım” koymuş. Devamında da “Bu rejimin adı artık demokrasi değildir. Bu devlet bir hukuk devleti değildir” demiş. O halde artık bu cümlelerin hiçbirini kuramayan Özkök’ün şimdiki halinin de adını koyalım: Neredeeen nereye!

İllaki ad koymak gerekince ve fakat bu işlerine de gelmeyince hep tuhaf adlar koyuyorlar. Mesela bir şeyin içine başka bir madde karıştırma, yani “sahtekârlık” demiyorlar. Bu tür gıda sahtekârlıklarına “tağşiş” diyorlar. Ne tağşişi kardeşim! Belli ki sermayenin sahtekârlığını korumak da senin varlık nedenin.

Gerçi benzer aymazlık bizim cenahtan da yapılmıyor mu? Adam başkalarının eserlerinden aşırmış, çalmış, öyle profesör olmuş, ama “intihal” yapmış deniyor.

Hırsızlığın adı niye konmuyor, niye intihal gibi muammalı bir kelime seçiliyor? Keza “devri sabık” meselesi. Geçtiğimiz günlerde Kılıçdaroğlu “devri sabık yaratmayacağız” dedi. Şimdi gençler için söylüyorum, devri sabık yaratmamak demek, 19 yıldır yapıp ettiklerinin hesabını sormayacağız demektir. Oysa bunların hesabının sorulması bir muhalefet için en büyük ve en gerçekçi vaattir.

Ha bir de zaten “adı konulmuş olan” vardır; “müsemma” kelimesi “ad verilmiş, adı olan” demektir. Mesela “Yoksul” işte böyle bir addır. “İsmiyle müsemma” ise fiziksel yapısıyla adı örtüşendir ve ülkemizdeki en yaygın haldir.

Adını koyduğumuzda bazen işe yarıyor, bazen yaramıyor. “Yalancı” diyoruz, “Sen yalancısın” diyorlar. “Faşist” diyoruz, “CHP faşist” diyorlar. Öte yandan “İşsizlik” diyoruz, “ama köprü yaptık” diyorlar ve işte burada çuvallıyorlar. “Açız açız aç” deyince “açlık yok” diyorlar ve işte burada yine çuvallıyorlar.

Yine de onlara inananlar varmış. Neden? Araştırmalara göre, insanlarımızın önemli bir bölümünün konsantrasyon süresi 17 dakikaymış. Ancak dört kelimelik cümleleri anlayabiliyormuş. Saraylıların hedef kitlesi, toplumun çoğunluğunu oluşturan bu kesim elbette. Böylece ikna (kandırma) hadisesi kolay oluyor.

Şöyle bir tevatür de var nitekim. Saraylıların toplum mühendisliği alanında çalışan kabiliyetli bir ekibi varmış da, her gün topluma nasıl bir mesaj verilecek, kim hangi mesajı verecek tespit ediliyormuş ve konuşma metinleri öyle hazırlanıyormuş da, hedef kitle de hep böyle ikna ediliyormuş da… Doğrudur, prompter’daki kısa cümleleri tekrarlayıp, peş peşe “başörtülü bacım”, “ekonomi şahlandı”, “Bay Kemal” diye konuşmakla yetiniyorlar. İnsanlarımızın bir kısmı elbette her söyleneni hâlâ alkışlıyor.

Elbette hedef kitlenin nabzını elde tutmaya çalışan ve yönlendiren böyle ekipleri vardır. Toplum mühendisi denilemez ama toplum müteahhidi olduklarından şüphe yok. En iyi bildikleri iştir. Günümüz iletişim tekniklerinden de yararlanırlar. Ama asıl dürtüleri içgüdüleridir. Kandıracaklarını iyi tanıdıklarından onları nasıl kandıracaklarını kolayca kestirmeleridir. Cehalet en büyük silahlarıdır. Boşuna mı hep imam hatip açıyorlar. Daha dün, seçim çalışmasını başlatırken “Ramazan’ı çok iyi değerlendirmemiz lazım” demedi mi? Dini bir kez daha siyasetleri için kullanacaklarını açıktan söylemedi mi?

Ama “bu halk cahil, bu halk bilinçsiz, bu halktan bir halt olmaz” demek doğru değil. Üç beş kelimeyle kandırılıyorlar diye küçümsemek yerine, hakikatin adını koymak için yine üç beş kelime bile yeter: “Başka bir hayat mümkün ve başka bir hayat seninle mümkün.”

Ve kuşkusuz Saraylıların üç kelimelik cümlelerine alternatif üç kelimelik cümle kurmakla yetinmek de tek başına çözüm değildir. Asıl önemli olan o üç kelimelik cümleyi ezilenlerin de bulması ve kendilerini özne kılarak haykırmasıdır.

1789 yılında Fransa’da kadınlar günümüz kadınlarından daha bilinçli ve eğitimli değillerdi ama “ekmek” kelimesinin gücüyle Versailles Sarayı’nı basmışlardı.

1917 yılında Çarlık Rusya’sında da kadınlar günümüz kadınlarından daha bilinçli ve eğitimli değillerdi ama Kışlık Saray’ın önünde “kahrolsun istibdat, ekmek ve adalet istiyoruz” diye bağırmışlardı. Evet, hepi topu üç beş kelime!

Açın halinden ancak aç anlar ve onlar birbirlerini hep anlarlar, anlayacaklar. Adını koymak için üç beş kelime yeter. Ama kendiliğinden bir araya gelemedikleri sürece, bunun için önce bir araya getirilmeye ihtiyaç duyacaklar.

Öyleyse adını koyalım: “SOL” dediğimiz şey işte bu ihtiyacın karşılanmasından başka bir şey değildir.