RT Erdoğan’la ilgili son zamanlarda yandaş medyaya da yayılan bir tartışma var. Sarayın, farkına varmadan girdiği bir hapishaneye dönüştüğü ve halkın sorunlarına uzak kaldığı.

Bu düşünceyi savunanlar “tek adam” olarak karar vermesi gereken konuların bir insanın üstesinden gelemeyeceği kadar artmasını örnekliyorlar. Her tür atamaya bile o karar verdiğinden masasında imzasını bekleyen, ayrıntılı incelemesi mümkün olmayan binlerce yazının olduğunu, olaylara ve gidişata olan hakimiyetinin kaybolduğunu, çevresindekilerin art niyetli yönlendirmelerine her geçen gün daha açık olduğunu yazıp söylüyorlar. Kendini tutamayıp, seni kandırıyorlar Reis, diye feveran edenler bile var.

Uzun yıllar boyunca RTE ile ilgili üretilen bir efsane ile çelişiyor bu iddialar. Yaptırdığı çok özel kamuoyu yoklamalarıyla olup biteni herkesten önce en küçük ayrıntısına kadar değerlendirebildiği, “halkıyla” iç içe yaşadığı ve kendi güvendiği halkın içindeki sıradan insanlardan aldığı bilgilerle birleştirerek “halkının nabzını çok iyi tuttuğu” efsanesi.

Bu “akla” sahip olanların akılsızlığı, Erdoğanlı yıllar boyunca RTE’ye yönelik “toplumsal rızanın” nasıl üretildiğine dair düşüncelerindeki çapsızlık. Sanki RTE halkın ihtiyaçlarını çok iyi tespit edip, o ihtiyaçlara uygun politikaları hayata geçiriyormuş da şimdi sarayda halktan yalıtıldıkça halkına ulaşamaz olmuşmuş da damatların, prenslerin, Pelikancıların çekişmelerinde yanlış yönlendirilmeye başlanmışmış!

Ah, ah bir ulaşıp da gerçekleri RTE’ye anlatabilseler, o hemen anlayıverecek halkının sorunlarını ve şıp diye de çözecek!

Oysa olup biten ilk günden bu yana rıza üretimiydi. 2010 Referandumuna kadar bu rıza büyük sermaye, ABD, AB, liberaller ve bir anlamda Kürt Hareketi’nin de desteğiyle üretilebiliyordu. En azından Gezi Direnişi’nden bu yana aynı rıza her geçen gün giderek artan dozda zora dayalı olarak üretilmeye çalışılıyor.

Demem o ki RTE ve avanesi 2002’ de iktidara geldiklerinde ne iseler şimdi 2020’de de aynı “şeyler”. Sadece artık inandırabilecekleri ve rızasını alabilecekleri kitle her geçen gün küçülüyor ve onlar da zor aygıtlarına daha da fazla başvurmak zorunda kalıyorlar.

Gezi Direnişi’ni milat kabul edersek, o tarihten öncesinde RTE-AKP’yi eleştirenleri “Boğazdaki yalısında viskisini yudumlayan Laikçi Kemalist” etiketine toplayıp, dalga geçerek değersizleştirmek yetiyordu rıza üretimine. Bir avuç Cumhuriyet eliti karikatürü ve onları koruyan askeri vesayet sistemi denilince yoksullar ve yoksunları ikna etmek kolay oluyordu.

“Şimdinin günlerinde” 1980 faşist darbesiyle başlayan, son 18 yıldır da RTE-AKP’de gerçek yüzüne kavuşan sürecin bir bütün olduğu ve halklara sadece daha ağır yoksulluk ve yoksunluktan başka getirisi olmadığı berraklaşmaya başladı.

Bu gün, günlük ekmeğini bile bulup bulamayacağından habersiz uyananların artık olası gelecekte yırtacakları ve onları güzel günlerin beklediği umutları da tükenmiş durumda. RTE’nin saraya kapanması da halktan kopmaktan çok güvenlik kaygısından. Elinde de zordan başka araç kalmamış durumda.

Sosyal medyadaki Berna Laçin’den Cem Yılmaz’a en küçük bir muhalif söze ya da açıkça ilan edilmeyen desteğe yönelik saldırı da sokakta somut olarak başlayabilecek saldırıların sanal antrenmanına benziyor.

Bu durumu zayıflamak olarak görmek ise en büyük aymazlık. Gezi zamanı yazmıştım, ejderha yaralandığında kuyruğunu çok daha sert sallar. Aman kutuplaşmaya karşı çıkalım teranesinden bir an önce sıyrılıp, ezilenler ve ezenler ayrımı altında toplanma çağrısını seslendirme zamanındayız. Solun çağrısını…