Solda Syriza tartışmaları

Bilineni hatırlatarak başlayalım: Beş aylık çetin müzakereler sonunda Çipras, ülkesini referanduma götürdü: “Troyka’nın Yunanistan’a önerdiği anlaşmayı kabul ediyor musunuz?” Referandum, Temmuz 2015’te yüksek seçmen katılımıyla ve yüzde 61’i aşkın bir “Hayır” ile sonuçlandı. İki hafta sonra da halkın reddettiği anlaşma (Üçüncü Memorandum), Syriza hükümeti trafından imzalandı. “Sol Platform” partiden kopunca Çipras yeni seçimlere gitti ve yedi ay önceki sonuçlar büyük ölçüde tekrarlandı. Syriza-Anel koalisyonunun parlamentodaki çoğunluğu 11’den 4’e düşmüştür, o kadar…

Üç hatırlatma daha yapalım: (1): Üçüncü Memorandum, kemer sıkma hedefleri ve yöntemleri bakımından PASOK ve Yeni Demokrasi hükümetlerince imzalanan öncekiler kadar ağırdır. (2): Osmanlı’nın Düyun-u Umumiyesi’ni aratabilecek yepyeni bir kurum (yönetimi Troyka’da olan Yunan Cumhuriyeti Varlık Geliştirme Fonu) oluşmakta; 50 milyar avro’luk ayrıntılı bir özelleştirme programını üstlenmektedir. (3): Önceki anlaşmaların borç yükümlülükleri aynen sürmektedir; borçların döndürülebilmesi için üç yıllık ve 86 milyar avro’luk yeni bir kredi paketi gündemdedir ve programın harfiyen uygulanması koşulları altında işletilecektir.

• • •

Bu yazıda son seçimle değil, iki ay öncesiyle ilgileniyorum. Referandumda halkın aksi yöndeki iradesine rağmen Syriza’nın teslimiyeti, sol siyaset açısından nasıl değerlendirilebilir?

Syriza iktidarının Yunanistan’ı aşan önemi vurgulanmıştı; hatırlatalım: Sermayenin sınırsız tahakkümü programına, yani neo-liberalizme karşı direnme dalgası, 21. yüzyılın başlarında Latin Amerika’da siyasi iktidarlara taşınmaya başlamıştı. 2008 krizi, kapitalizmin, çürümüş, acımasız yüzünü açığa çıkarınca halk muhalefeti Avrupa’ya da taştı. Neo-liberalizm karşıtı bir programla Avrupa’da iktidara gelen ilk örnek de Syriza oldu.

Syriza, Almanya liderliğindeki Avro Bölgesi emperyalizmine baş kaldırıyordu. Yangının diğer ülkelere yayılma işaretleri beliriyordu. Syriza ile müzakerelerde Almanya, ödünsüz tavrıyla diplomatik görüntülü bir sınıf mücadelesi başlatmıştı. Hedef belirlenmişti: Avro Bölgesi’nde Latin Amerikalılaşma’ya izin verilemez!

Memorandumlar rejimine direnerek Yunan emekçi sınıflarının desteğini kazanmış olan Syriza, bu mücadeleden galip çıkabilir miydi?

Galibiyet nasıl tanımlanabilir? Soruyu tartışan sol çevrelerde üç yanıt var: (1) AB’den ve NATO’dan çıkışı, dış borcun reddini, ülke içinde ise büyük sermayenin tahakkümüne son vermeyi hedefleyen “maksimalist” bir programı başlatmak. (2) Eski ve yeni memorandumları reddetmek; gerekirse drahmi’ye dönmek. (3) Zorunluluk halinde üçüncü memorandumu imzalamak ve iktidarı koruyarak uygulanmasını üstlenmek;
Çipras üçüncü yolu izlemeyi yeğledi. Eylül seçimlerini de kazanarak memorandumu uygulanmasını üstlendi. Halkın aleyhindeki öğelerini mümkün mertebe hafifletmeye çalışarak…

• • •

Bu üç çizgiyi temsil eden düşünürlerden, akımlardan örnekler vereyim.

James Petras, “maksimalist” AB ve düzen karşıtlığının tipik bir temsilcisidir. 1981’de NATO ve AB karşıtı bir programla PASOK’u iktidara getiren Andreas Papandreu’ya bir süre danışmanlık yapmıştır. Bu deneyimin Syriza’ya karşı bugünkü tavrını etkilediğini Petras açıkça belirtmektedir. PASOK iktidarı, başlangıçta radikal programının uygulanmasını pratik seçenekler ile sınırlı tutmuş; adım adım NATO, AB üyeliklerine ve sermaye hegemonyasına uyum sağlamıştır.

Petras’a göre bu senaryo otuz beş yıl sonra tekrarlanmaktadır. PASOK ve Syriza, “AB’nin oligarşik bir emperyalist blok olduğunu reddetti; emekçi ve halk kitlelerinin sınıfsal bir alternatif oluşturabilme kapasitesine değer vermedi.” Petras’a göre, hem dün, hem bugün, Yunanistan’ı bağımsız bir gelişim sürecine taşıyabilecek AB-dışı uluslararası olanaklar vardır. Yunan halkı da referandumda bu tür bir seçeneğe hazır olduğunu göstermiştir. Bu iradeyi, “bir teslimiyete dönüştüren Çipras, Yunan halkına ihanetin bir virtüozü olarak tarihe geçecektir.” (Global Research, 28 Temmuz, Truthout, 17 Eylül 2015)

Bu “maksimalist” çizginin Yunanistan’da Komünist Parti (KKE) ve Troçkist akımlar tarafından da benimsendiğini biliyoruz. Onlar da, “AB’den ve sermayenin iktidarından kopma, dış borcun tek yönlü olarak ilgası, tekellerin kamulaştırılması” programını savunuyorlar Ve sol/sağ kanatları arasında ayrım yapmadan Syriza’yı “Temmuz ihaneti” ile suçluyorlar.” (Naked Capitalism, 11 Ağustos; World Socialist Web Site, 19 Eylül 2015)

• • •

Syriza’nın seçim programının özü basitti: “Eski ve yeni memorandum’lara hayır; borç hafifletme müzakerelerini başlatarak avro’da kalmak…” Partideki Sol Platform avro’dan çıkma seçeneğine yatkındı; ama bu tavrı seçim programına taşıtamadı ve Troyka ile müzakereler başlarken bu seçeneğin ortaya atılmasında ısrarcı olmadı.
Ne var ki Troyka’nın ödünsüz tavrı anlaşılınca, Sol Platform drahmi’ye geçişin gündeme getirilmesini savunmaya başladı. Ülke dışından çok sayıda solcu ve Keynes’çi iktisatçının da bu konudaki desteğinden cesaretlendi.
Seçimlere Halk Birliği olarak katılan bu akıma göre gündem, “avro’dan çıkışa hazır olmaktır. Ulusal bir para ile borç zaten ödenemez. Devalüasyon büyümeyi başlatabilecektir. Enflasyonist baskılar olacaktır, ama, sol bir hükümet ücretleri koruyabilecektir.”

Çipras ise, Temmuz referandumu sonrasında Syriza Merkez Komitesi’ne danışmadan Üçüncü Memorandum’u imzaladığı; avro’ya bağlılığı halkın çıkarlarının, hatta eğilimlerinin önüne geçirdiği için suçlanmaktadır. (Naked Capitalism, 5 Eylül; Versobooks.com. 13 Ağustos 2015)

Uzlaşma ve iktidarı koruma çizgisini savunan Batılı solculardan ikisi, Leo Panitch ve Sam Gindin, 2015’te Syriza’ya danışmanlık da yapmışlar. Yaklaşımları, iyimser bir ön-kabul ile bir teşhisten hareket ediyor.
Ön-kabul şudur: “Syriza, DNA’sında sosyalizmi taşıyan sol bir partidir” ve bu özelliği ile iktidarda kalması, “Avrupa ve dünya kapitalizmine meydan okumayı sürdüreceği için” ehvendir.
Yunan toplumu ile ilgili bir teşhis ise, “Avro’dan çıkış” korkusunu açıklıyor. Önceki bir yazımda Yunanlıların avro sevgisini, “Türkiye gibi olmamak” saplantısına bağlamıştım. Panitch’e göre de Yunanlılarda, “Balkanlara değil, Avrupa’ya ait görünmek doğrultusunda psikolojik diyebileceğimiz bir tutku vardır.” İşin tuhafı, Petras da aynı ruh haline, “Yunanlı elitler ve orta sınıf, kendilerinin Avrupalı olduğuna inanır” ifadesiyle işaret etmekteydi.
Panitch ve Gindin, böylece, seçmen tabanının avro tutkusu ile “sosyalist DNA’lar” arasında sıkışmış olan Syriza için, “memorandumu imzalayıp iktidarda kalması iyi oldu” teşhisine yöneliyor.
Bu çizgi, ek gerekçelerle destekleniyor: “Avrupa’daki sol partiler içinde neo-liberalizme meydan okuyan ilk ve tek parti olarak iktidarı kazanmış” olan Syriza, iktidarı korursa, kriz koşullarında “toplumda oluşmuş olan dayanışma ağlarını geliştirerek halkın gereksinimlerine destek olabilecek”; belki de bu sayede “Yunanistan’da sosyal ilişkileri dönüştürmenin tabanını” inşa edebilecektir.
Öte yandan Gindin ve Panitch’e göre, “sosyalist bir perspektif açısından er veya geç avro’dan çıkış gereklidir; ancak, sonuçlarıyla baş etmeyi mümkün kılan daha derin bir hazırlık yapılmadığı için zamanı gelmemiştir.” Bu hazırlık niçin yapılmadı? Syriza’ya danışmanlık yapan bu iki iktisatçının telkin ve tavsiyelerine rağmen mi? Bilemiyoruz. (The Bullet, 13 ve 17 Temmuz; Naked Capitalism, 17 Ağustos 2015)

Slavoj Zizek de Panitch ve Gindin ile aynı görüştedir. Syriza’nın Temmuz’da imzaladığı memorandum için şu değerlendirmeyi yapıyor: “Sonuç, Versailles Anlaşması’na değil, Sovyet Rusya’ya iktidarını pekiştirme imkânı veren Brest Litovsk’a benzemektedir. Aynı durum bugün Yunanistan için de geçerlidir. Kriz yeniden vuracaktır. Syriza hükümetinin görevi de iktidarda kalarak o an için hazırlıklı olmaktır.” (In These Times, 24 Ağustos 2015).
Zizek’in yazdıkları için ne söylenebilir? Mantıksal tutarsızlıklar ile diyalektik aynı şey değildir. Zaman, mekân ve ortamdan soyutlanmış renkli, ilginç tarihsel benzetmelere de maddeci tarih çözümlemeleri diyemeyiz. Örneğin, 1918’in Brest Litovsk anlaşması ile 2015’teki Üçüncü Memorandum, doksan yedi yıl arayla Bolşevikler ile Syriza benzetmeleri bugüne nasıl ışık tutabilir?


• • •

Maksimalist ve “teslimiyetçi” yaklaşımların işe yarayabilecek bir orta noktası mümkün müydü?
İş işten geçtikten sonra “hariçten ahkâm kesmek” yakışıksızdır. Yine de sorgulayabiliriz: “Avro’ya evet; memorandumlara hayır” programının imkânsızlığı anlaşılınca ve iki öğeden birinden vazgeçmek gerekince ne yapılmalıydı?

Çipras, avro’da kalmayı yeğledi. Yukarıda değinildi: İkinci öğenin hayata geçmesi, baştan itibaren ayrıntılı bir drahmi’ye geçiş hazırlığı gerektiriyordu. Güçlükler, çalkantılar içeren bu adım atılsaydı, solcu bir iktidar, Avro Bölgesi emperyalizmini de geriletmiş olacaktı.

Avrupa ve dünyanın sol, sosyalist, ilerici güçleri, hareketleri için bu türden küçük kazanımların büyük önem taşıdığı bir dönemdeyiz.
Corbyn’in İşçi Partisi liderliğine seçilmesi de bir başka örnektir.