Derin bir siyasal kriz yaşıyoruz. Ancak krizin her kesim açısından farklı koşulları, anlamı ve sonuçları var. Örneğin AKP için kriz, tek başına kullanmaya alıştığı iktidar gücünü üretememek anlamına geliyor. O nedenle yapılacak bir erken seçimde bu gücü tekrar elde ederse kriz(i) çözülmüş olacak. MHP, krizi Kürtlere fatura edip Kürtler “hizaya sokulduğunda” işlerin rayına gireceğine inanıyor.

Solda yaşanan kriz daha farklı bir eksene oturuyor. Burada da farklı kanatların krizi algılayış ve çözüm beklentileri arasında önemli farklılıklar var. Ancak CHP ve HDP’nin kriz karşısında ortak bir sorunu da var; bir araya getirdiğinizde %40’ı bulan seçmen destekleriyle, siyasal krize parlamento çatısı altında çözüm üretecek bir güce erişemiyorlar.

Top ve inisiyatif %60’lık bir seçmen desteğini almış AKP ve MHP’nin elinde. Bu siyasi denge böyle oluştuğu sürece solun, parlamenter demokrasi koşullarında sağın öznel krizlerinden medet uman bir siyasete sıkışması kaçınılmaz hale geliyor.

Bu konuda bilinen bir duruma bir kez daha işaret etmek gerekiyor. Türkiye’de siyaset 12 Eylül’den bu yana muhafazakârlık ve milliyetçilik üzerinden inşa edilen iki temel aks üzerinden belirleniyor. Görünen o ki bu akslar üzerinden siyaset işlediği sürece de sağın %60’ı karşısında solun %40’lara sıkıştığı bir durum devam edecek.

Bu denge nasıl değişecek, sağın seçmen üzerindeki hegemonyası nasıl kırılacak? HDP yakın dönemde milliyetçilik hattı üzerinden verdiği mücadelede başarılı bir strateji uygulayarak AKP’ye destek veren muhafazakâr Kürt seçmenlerin bir bölümün desteğini almayı başardı. Ne var ki HDP’nin bu aks üzerinden bundan sonra kazanabileceği seçmenin % 60-40 dengesini değiştirecek bir büyüklüğe ulaşması mümkün değil.

CHP’ye gelince; geçtiğimiz dönemde sağ seçmene sirayet etme konusunda HDP gibi bir başarısı da yok. Muhafazakârlığı karşısına almamak, ya da Kürt sorunu konusunda milliyetçi seçmeni kızdıracak tavırlardan kaçınmak CHP’ye sağdan seçmen kazandırmadı.

Durum böyle olunca, soru kendini dayatıyor; milliyetçilik ve muhafazakârlık aksları üzerinden yapılan siyaset sağ lehine giderek yapısallaşan bir seçmen hegemonyası yaratıyorsa, bu kısır döngü nasıl kırılacak?

O zaman sağ seçmene de dokunacak başka bir siyaset aksına ihtiyaç var. Lafı dolaştırmadan ifade etmek gerekirse, o aks uzun süredir üzeri kullanılamamaktan tozlanan sınıfsal akstır.

CHP ve HDP geçtiğimiz dönemde bu tür bir aksı doğrudan kullanmak yerine, milliyetçilik ve muhafazakârlık aksları üzerinden verdikleri mücadelelerde zaman zaman işe koştular. Savaş boruları çalanların çocuklarının çürük raporu alması ya da bedelli askerlik yapması üzerine yapılan vurgu bunun iyi bir örneği. Aslına bakılırsa yolsuzluk ve rüşvet konusunun ele alınışı da aynı türden dolaylı kullanımın bir başka örneğini oluşturuyor.

Oysa ekonomik uçurumların derinleştiği, işsizliğin, yoksulluk ve açlığın giderek daha geniş kitleleri içine çektiği bir ortamda sınıf eksenli siyaset aksı “ben buradayım” diyor. Şu bir gerçek ki bu tür bir siyaset hattı kurulmadığı sürece geniş halk kitleleri sınıfsal eşitsizlikleri diğer iki aksa endeksleyerek düşünmeye ve tavır almaya, sağ iktidarlar da Türkiye’nin kaderini belirlemeye devam edecek.

Gezi ve Gezi sonrası kurulan Birleşik Haziran Hareketi’ne özgünlük kazandıran siyasette sınıf aksının öne çıkarılmasına yaptıkları vurgudur. Siyasal alanın krizi derinleşirken, eğer bu kriz soldan bir müdahale ile çözülecekse, CHP ve HDP’nin de Gezi’den beri yapılan bu çağrıya kulak vermesi gerekiyor.

Kısaca sol, 12 Eylül’den bu yana sahası kapatılmış takımlar gibi, sürekli deplasmanda oynuyor; deplasmanda ne kadar olursa da, o kadar oluyor. Beraberlikler başarı, yenilgiler “şerefli” sayılıyor.

Zaman solun kendi sahasına dönme zamanı.