Soma'dan Amasra'ya: Katledenler aynı, senaryolar aynı
Fotoğraf: DepoPhotos

Can Atalay & Evren İşler

Avukat (Silivri 9 Nolu, A47), Avukat

“Trafo patladı” paylaşımının “sehven” yapıldığına inanmadınız değil mi?

Peki, kim yahut kimler yaptı o paylaşımı?

Kim bunu dahi “yedirmeye” çalıştı?

Kim “ya tutturursak” dedi?

Kim “Korkma, Soma’da da denedik aynısını ve hesap vermedik. Unutuldu gitti” dedi...


Biliyoruz, TBMM Genel Kurulu’ndan adına dezenformasyon dedikleri “sansür” yasasını yeni geçirdiler. Biliyoruz ama Cumhuriyet Savcılığı soruşturmaya henüz başlamışken ve her şey daha bu kadar taze, memleketin gözü kulağı buradayken dahi “trafo” yalanını deneyenler için “yeni kanun” gerekmiyor. İster adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs deyin ister çıkar amaçlı bir suç örgütünün varlığına işarettir iddiasını ciddiye alın ama o tweet önemlidir, hesabını sor(a)madığımız her şeyin tekrar tekrar insanımızın kanına gireceğinin kanıtıdır.

Hesabını vermedikleri her suç yenisinin yollarına bir taş daha ekliyor.

Soma’da sadece yargılama aşamasında işlenen ve hâlâ hesabı verilmeyen suçlar da 41 madencimizin katilleri arasında yer alıyor.

Soma davasında çevrilen dümenlerin küçük bir bölümü

Soma’yı anımsatalım ve soralım:

Soma’da “Bu ocakta büyük felaketler olacak, biz çalıştırmaya devam etmek istemiyoruz” diyen bir şirketten Soma Holding’e (ihale dahi olmaksızın) devri mümkün kılanlar daha ne kadar yargılamadan kaçırılacak?

301 kardeşimizin öldüğü ocakta riski tanımlayıp, alınması gereken önlemleri saptayıp, mühendislik çözümlerini projelendirip, bu işçi sağlığı için zorunlu proje nedeni ile rezerv kaybı yaşayacağı, masraf edeceğinden bahisle ek rezerv sahası talep eden şirkete, bu ek rezervi tahsis eden, üstelik bu güvenlik projesini uygulamadıkları halde bir değil, iki değil, dört defa (tam dört kere!) ek rezervi tahsis eden üst düzey bürokrasinin ama asıl siyasi sorumluların kurtarılması memleketin en önemli gündemi değil midir?

Ocak keşif için hazırlanırken kesintisiz süren kamera kaydının “elektrikler kesildi” gerekçesi ile durmasını temin edenler, tam da kamera kaydı kesildiği anda yere pet bir şişe içinde şeffaf bir sıvı bırakacak kadar muktedir olanlar kimdir? Bu muktedirlerin bu “delil yerleştirmeyi” olayın başladığı noktaya çok uzak bir noktada gerçekleştirecek ve pet şişe gerçekten olay yerinde olsaydı eriyeceğini, deforme olacağını düşünmeyecek kadar beceriksiz ve gülünç olmaları bir “af” nedeni midir?

En fazla bizim tartıştığımız, yeri geldiğinde bir de değil birkaç kere reddettiğimiz hakimlerin el çabukluğu marifetiyle dosyadan alınmasını temin eden güç ne kadar yüksektedir? Tüm sanıkları, tanıkları, katılanları dinlemiş, ocakta keşif yapmış ve -gözünün önünde acısı ile kavrulan ailelerin ısrarı hürmetine- olanı olduğu gibi anlama konusunda sebat etmiş, madeni artık en az sanıklar kadar iyi bilen hakimler karar aşamasında neden görevden alınır?

Duruşma savcısının “Esas hakkında mütalaamız hazır” demesine telaşlı bir sevinçle karşılık veren mahkeme başkanı hiç aralıksız yedi saati aşan duruşmaya “ihtiyaç molası” vermiş ama salona dönüldüğünde “hazır” olan savcı “Mütalaayı bir derleyip toparlayalım” demiş ve bu “derleme toparlama” faaliyeti(!) bir buçuk yıl kadar sürmüş... sormayacak mıyız? Duruşma savcısı sözkonusu kısa arada birileriyle konuşmuş mudur? Eğer konuştuysa, konuştuğu kişiler kim ya da kimlerle iştirak halindedir?

Duruşma savcısına esas hakkında mütalaa verdirmeyen irade ile avukatı aracılığıyla Manisa Cumhuriyet Başsavcılığı’na verdiği bir dilekçe sonucunda Manisa Cumhuriyet Başsavcılığı’nda açılan (kuvvetle muhtemel) terör soruşturması dosyasına etkide bulunmaya çalışan irade aynı mıdır? İlk başta madende kaybettiğimiz bir Kürt işçiyi ima eden, daha sonra lafı önce Gezicilere, hemen sonra Fethullah’ın cinlerine ve hatta Müge Anlı’nın programının necip ortamında sarf edilen sözlere dayanarak(!) sürdürülen bu soruşturma halen sürmekte midir yoksa tamamlanmış mıdır? Eğer soruşturma halen sürüyorsa kim ya da kimlerin ifadesi alınmıştır? Bu soruşturma neden oğlunu, eşini, kardeşini, kaybeden ailelerden, yani dosya müştekilerinden neden gizli yürütülmüştür?

Yargı bürokrasisi veya seçilmiş hâkimler

Yukarıda özetlediğimiz bu utanmaz gözbağcı numaralara, bu rezilliklere vicdanı olan hiç kimse hiçbir aşamada dönüp bakmaya dahi tenezzül etmedi. Peki ya yargı bürokrasimiz?

Anlattık; beş dakikalık aradan dönen duruşma savcısı süre istedi, bir sonraki duruşmada Can Gürkan’ın avukatı bir dilekçe ile Manisa Cumhuriyet Başsavcılığı nezdinde suç duyurusunda bulunduklarını, ayrıca hakimler ile ilgili de HSK başvurusu yaptıklarını ve bunların “bekletici mesele” sayılması gerektiğini söyledi. Mahkeme Başkanı’nın suç duyurusunun niteliğine ilişkin sakin sakin sorduğu sorulara güzel güzel yanıt vermeye başlamıştı ki Can Gürkan (tutuklu sanık!) oturduğu yerden müdahale etti ve avukatı sustu! Avukatlığın ne olduğu ama ne olmadığı bu yazının konusu değil, devam edelim...

Mahkeme heyeti kendi incelediği hususlar, yani dosya kapsamı ile ilgili bizzat sanık tarafından yapılan bir suç duyurusunun bekletici mesele yapılmasını tabii ki uygun görmedi ancak duruşma savcısı mütalaasını bu kez de bu gerekçe ile vermedi.

Duruşmalar duruşmaları, aylar ayları kovaladı karar aşamasındaki dosya “mütalaasızlık” nedeni ile karara çıkmazken bu çok kapsamlı dosyaya hâkim hâkimler dosyadan el çektirildi ve son derece tartışmalı Elbistan kararının altında da imzası bulunan bir mahkeme başkanının da dahil olduğu yepyeni bir heyet oluşturuldu.

Aileler feryat figan, biz bas bas bağırıyoruz “Biz kimsenin kararına kefil değiliz ama sanığı, tanığı, katılanı dinleyen, keşif yapan heyet vermeli kararı” diyoruz ama dinleyen yok; yeni heyet mütalaa için savcılık makamına sormaya ,savcılık makamı “Manisa Soruşturması” dedikçe de Manisa Cumhuriyet Başsavcılığı’na yazı yazıp dosyayı istemeye başladı. Manisa Cumhuriyet Başsavcılığı daha önce örneği görülmemiş bir şekilde derdest bir dava varken ve o davada ileri sürülmüş hususlar ile ilgili soruşturma sürdürmesi yeter değilmiş gibi “gizlidir” deyip bir de Akhisar Ağır Ceza Mahkemesi'ne dosyayı göndermiyordu. Aylar yıla döndü ve Akhisar Ağır Ceza “Dosyayı gönder, sadece üç hâkim bir de duruşma savcısı görecek başka da kimse görmeyecek” diye yazdıktan sonra Manisa Cumhuriyet Başsavcılığı dosyayı göndermeye mecbur kalacaktı. Ve bizim o hiç beğenmediğimiz, görevlendirilme biçimine hep itiraz ettiğimiz heyet bile “Manisa Cumhuriyet Başsavcılığı’nın anılan dosyası kapsamı daha önce mahkeme huzurunda ileri sürülmüş iddialar ve tartışılmış hususlardır. Başkaca da bir şey yoktur” diyerek kendisinin Müge Anlı’nın program kayıtlarının celbi yahut Fettullah’ın olmaz işleri ile meşgul edilmesine daha fazla izin vermedi.

Tüm bu utanç verici safahat sonrasında esas hakkında mütalaa alınabilmiş ve bu safahatin yarattığı imkanla dosyada görevlendirilmiş yeni heyet dosyada karar verdi: Bir kısım sanığa beraat, bir kısım “yönetici” sanığa bilinçli taksir, "Her şeye ben karar veririm" dedikten sonra beraat eden Alp Gürkan’ın oğlu Can Gürkan’a ise “taksir”den ceza...

Akhisar Ağır Ceza Mahkemesi’nin Alp Gürkan’a beraat kararı vermesini, Can Gürkan’a ise “taksir”den hüküm kurmasını hep eleştirdik ve eleştireceğiz. Ancak Akhisar Ağır Ceza Mahkemesi’nin o heyeti dahi “Bu sanıklar bundan sonra madencilik yapamaz” demişken İzmir Bölge Adliye Mahkemesi 14. Ceza Dairesi’nin sanıkların madencilik yapmasının önündeki engelleri kaldıran kararı hiç unutmamalı… Daha önemlisi buna dahi yol veren iklimi çok daha fazla konuşmamız gerekmez mi?

Peki, Türkiye derin bir adaletsizlik krizi içinde boğulurken madenci ailelerinin dişe diş kora kor mücadelesi ve onlara yoldaşlık etmeye çalışan bir avuç insanın inadı ve bir avucun yarısı kadar avukatın hukuki ısrarı sonucunda Yargıtay 12. Ceza Dairesi’nin beş üyesinin beşinin de uzun uzun gerekçelendirerek ama özetle “Saçma sapan konuşmayın, bu apaçık olası kasıtla insan öldürme dosyasıdır” dediği Eylül 2020 tarihli bozma kararının önemini daha fazla konuşmamız gerekmez mi?

Olağan koşullarda sözkonusu “bozma” sonrası gecikmeksizin dosyanın Akhisar Ağır Ceza Mahkemesi'ne dönmesi ve yargılamanın yeniden başlaması gerekirken dosyanın tam dört buçuk ay bekletilmesini; örneği (bizim anımsadığımız) az rastlanır bir olağanüstü başvuru yoluna “İnsan çalışma arkadaşlarının ölümünü ister mi hiç?” basitliğinde bir metinle imza attırılan iki Yargıtay savcısı olduğunu; bu olağanüstü kanun yolunu başvurusunu karşılayacak olan Yargıtay 12. Ceza Dairesi’nin beş üyesinden üçünün (birisi daha önce Adalet Bakanlığı ve HSK üyeliği de yapmış) Adalet ve Kalkınma Partisi döneminin üç gözde bürokratı ile değiştirilmesini unutacak mıyız?

Bu “yeni” üç üyenin, Daire Başkanı ve kıdemli üyenin onlarca sayfalık muhalefet şerhlerine karşın üç buçuk sayfalık bir gerekçe ile “olası kasıt” kararını kaldırma eylemlerini, üstelik bu gerekçeyi sadece gerekçeli kararı altı bin küsür sayfa olan milyonlarca sayfa bilgi ve belgenin olduğu bir dosyada beş (evet, 5) işgünü içinde verebildiklerini unutacak mıyız, unutturacak mıyız?

Soma’dan Amasra’ya bakmak

Bu yazıda, mümkün olan en kısa hali ile ve tümü ile dosya kapsamındaki belgelere dayanarak Amasra soruşturması/davasında da yapılması muhtemel dalaverelere işaret etmeye çalıştık.

Soma dosyasında bildiğimiz ama memleketin mevcut koşullarında belgelerine henüz ulaşamadığımız, doğrudan tanıklıkları henüz tutanak altına alınmayan para tekliflerine, siyasal patronajın etkilerine ilişkin yeri ve zamanı da içerir anlatımlara değinmedik.

Türkiye bu adaletsizlik krizinden çıkarken Soma davası en önemli kerterizlerin başında yer alacaktır. O günün meselelerini o gün konuşacağız... Şimdiden söyleyelim, sosyal cinayet dosyalarının her birinde yapılanlar; sorumluların yargıdan nasıl kaçırıldığı, kimlerin sanık olacağının belirlendiği toplantılar, insanlar kaybettikleri yakınlarının bedenlerini bulamazken verilen moral yemekleri, küçücük çocuklar yanarak ölmüşken peşine düşülen buzdolabındaki hayvan etlerini talep edenlerin bugün hangi yargısal makamda oldukları… Hepsini hem bugün hem o gün konuşacağız.
“Sehven” sehven değildir!

Dedik, “trafo” lafı sehven değil kastendir.

“Trafo” ile başlayanlar Amasra’da da olmadık rezilliğe dahi meyledecek, her yolu mübah sayacaktır.

Bu yazının baskıya gönderildiği 22.10.2022 sabahı itibarıyla bir tek kamu görevlisinin görevden alınmaması, şüpheli ifadelerinin tamamlanmaması, tahminimizce henüz sorumluluk şemasının bile oluşturulmamış olması, madenin hâlâ madeni işleten TTK’nin sorumluluğunda olması bile başlı başına yargılamanın nasıl yürütülmek istendiğine bir işaret değil mi?

"Değil" diyenler için devam edelim… Amasra’da katledilen işçiler henüz defnedilmişken ailelerin TC kimlik numaralarına yatırılan paralar, yetkili (!) makamların ailelere ödenecek tazminat miktarlarını dillerinden düşürmemesi, Meclis kürsüsünden yapılan “kayıtların bir bölümünün olmadığı” açıklamaları, taziyeye gidecek makam mevki sahibi kişilerden önce acılı ailelerin evlerine berber gönderilmesi (evet biliyoruz yanlış yazdığımızı zannettiniz, emin olun yanlış yazmadık, berber göndermişler, anlaşılan o ki ailelerin fakir ve perişan görünmesi istenmemiş), madenin koşullarını anlatan işçilere konuşma yasağı getirilmesi… Ya bütün bunlar ne yapılmak istendiğinin, nasıl yapılmak istendiğinin açık göstergeleri değil mi?

Bugün bu satırları okuyanlara çok soru sorduk. İzninizle, bir soru daha soracağız: Bütün bu göstergelere rağmen, hep birlikte, özümüzden ayrı görmediğimiz madencilerle birlikte, aileleri ile birlikte; ölen işçiler için bu kez gerçek sorumluların gerçekten hak ettikleri şekilde cezalandırılmasını sağlayacağız! Öyle değil mi? Soma’da ve Amasra’da ve her yerde “Hesabını vermedikleri her suç yenisinin yollarını döşüyor” diyeceğiz. Bu suçların, bu suçluların gereği gibi cezalandırılmamasının sadece ateşin düştüğü yeri yakmadığını memleketi de kavurduğunu sözümüzün en başına yazacağız. Öyle değil mi?

Bu karanlık Somalı ya da Amasralı madencinin davasını memleket davası bilerek; kimse ekmeğini kazanırken öldürülmesin diye, madencilerin davası en az onlar kadar belki de az daha fazla omuzlanarak aşılacak...

Karanlık aşılacak; biz, hepimiz hep beraber aşacağız...