Saer, kotardığı hikâye ve yarattığı karakter aracılığıyla başka bir zamandan başka bir mekâna gelmenin; öğrenmenin ve ayak basılan yere saygının inceliklerini tarihsel bir perspektiften sunuyor okura.

Sömürgecilik gölgesinde bir anlatı seyrüseferi

ALİ BULUNMAZ

Büyülü Gerçekçilik kalıplarına dâhil edilmeye çalışılsa da daha çok Toplumsal Gerçekçi sularda yüzen fakat buna rağmen herhangi bir kategoriye tam olarak hapsedilemeyen Juan Jorgé Saer, öznellikten evrenselliğe uzanan; yaşanmışlıklardan hareket edilerek herkesi ilgilendirebilecek meselelerin edebî şekilde anlatılabileceğini düşünen bir yazardı.

Anlatma ve yaratmanın, yaşama ve konuşma direnci oluşturduğunu düşünen Saer, romanlarında hep bu yoldan ilerlerken olup bitenlere dair yorumunu ya da deneyimlerini evrenselleştirme yolunu seçmişti.

Suriye göçmeni bir ailenin evladı olarak Arjantin’de dünyaya gelmesi, hukuk ve felsefe öğrenimi, büyüdüğü Latin Amerika coğrafyası ve 1968’den sonra yaşadığı Fransa, Saer’in gittiği yolda anlatma, yaratma, yaşama ve konuşma direncini kuvvetlendirmişti. Aynı zamanda uzak geçmiş ve bugün arasında güçlü bağlar kurmasını, dünden bakarak şimdiyi, şimdiden bakarak dünü yorumlaması için ona ipuçları vermişti.

Segio Chejfec’in ifadesiyle “anlatı seyrüseferi kuran” Saer’in ‘Kimsesiz’ başlıklı romanı, hem dün-bugün karşılaştırması hem de az önce bahsi geçen direnci içermesi bakımından önemli bir metin.

Eski ve yeni dünya arasında

Saer, ‘Kimsesiz’de on altıncı yüzyıla götürüyor bizi. Hint Adaları’na doğru sefere çıkan ve bilinmeyen bir yere ulaşan bir geminin karşısına çıkan yerliler, mürettebattan dokunmadıkları tek kişi olan ve aynı zamanda romanın anlatıcısı miçoyu yanlarına alıyor.

Dizginleyemediği açık deniz arzusu, “öksüzlüğüm beni limanlara itekledi” diyen anlatıcıyı İspanya Kraliyet filosuna ait ticaret gemilerinden birine yazdırıyor ve böylece miço olarak okyanus seferi başlıyor.

Miçonun içinde bulunduğu, Hint Adaları’nı keşfe giden İspanyol gemisi, sömürgeciliğin bir temsili âdeta. Gemi yanaşıp denizciler karaya ayak bastığında yaşanan ölçüsüz coşku ve tayfayı sağa sola saldırırcasına dizginlerinden boşaltan mutluluk da bu temsili tamamlıyor.

Miçonun denize açılmanın getirdiği safiyâne heyecanı ve tayfanın keşif telaşı arasında belirgin bir fark var. Bu heyecan, ayak basılan bir adada yerlilerin gemicileri avlamasıyla “dehşet” hâline geliyor. Anlatıcı miço, yıllar sonra bu “dehşet” ânını sanki bir düş, daha doğrusu kötü bir rüyadan uyanış gibi hatırlıyor. Her tarafın cesetlerle dolu olduğu bu anda yerlilerin, kendisine saygılı davranması hayli ironik ve şaşırtıcı görünüyor ona. Çok sonra o âna dair hatırladıklarını zihninde tartıyor anlatıcı: “Ölü bedenleri yarın eteklerine, nehrin kıyısına yığılmasaydı kaptan ve sefer arkadaşlarım sonsuza dek hayatımdan çekilecekti. O âna kadar, onlara merhamet duyacak zamanım olmamıştı (kendime acıyacak zamanım da). Neredeyse yokmuşum gibi alabildiğine hafiflemiş hissediyordum kendimi. Önemsiz, gelip geçici olaylar, kaygısız, sağlam refakatçilerimin yaptığı gibi ayaklarımı yerden kesmişti.”

Miço, yerlilerin elindeyken öksüzlüğünden iyi bildiği yoksunluk duygusunun daha da derinleştiğini fark ediyor, vakti zamanında bu anlamda hissettiklerini kâğıda döktükleri yardımıyla hatırlıyor. Beri yandan, bir şölen havasında yenen yemekleri, bir ritüele benzeyen toplaşmaları anımsıyor: Ardında bıraktığı eski ve karşılaştığı yeni dünya arasındaki farkları kavramaya uğraşırken yerlilerin evrenini tasvir ediyor: “Kabilenin zarafetini kadınsı bir incelik ya da olağanüstü bir tevazu, hijyenini iptila, başkasını ele alışını ise gösterişli davranış olarak nitelendirmek belki de daha doğru olur. O abartılı incelik, gün geçtikçe daha da serpiliyor, görülmemiş bir karmaşıklığa ulaşıyordu.”

Vahşi-modern ayrımını geride bırakan anlatıcı

Anlatıcı miço, kabile içinde geçirdiği on yılı kâğıda dökerken başlangıçta yabancı olduğu yerlilerle geçirdiği sürenin ardından yakınlaştığını; kişiyi biçimlendirip değiştiren zamanın bu bağlamdaki önemini not ediyor: “Herhangi bir insan için geçmişi zamanın ve mekânın belirli bir noktasına yerleştirmek, kuşkulu ve zor bir çabadır; hiçlikten gelen benim gibi biri içinse onun gerçekliği çok daha sorunludur. Hiçbir insanın hayatı, ölümden önce beliren, birkaç saniyelik berraklıktan daha uzun değildir. Onun uzunluğuna ve gerçekliğine, yirmi, otuz, altmış, hatta on bin yıllık bir geçmiş ancak erişebilir (...) O sahillere ulaştığımda çok küçüktüm; orada kaldığım süre, hayatıma oranla kısa gibi gözükse de o dönemde, herkese önemli ve değişik gelebilecek bir yığın şey yaşadım. O çılgın sahillere ayak bastığımda yumuşak bir çamurdum, terk ettiğimde ise kaskatı bir taş.”

Kabileyle geçirdiği zamanda, yoksunluk faslını geride bırakan miço, yabancılığını aşmak için çabalamaya başlıyor. Saer burada romana ince bir espri katıyor; İspanya’dan gelen geminin bir üyesi, hiç bilmediği bir yerde, hiç tanımadığı insanları anlamaya çalışıyor. Başka bir deyişle sömürgeciliğin gemi azıya aldığı döneme ilişkin politik ve kültürel bir zarafet katıyor hikâyeye yazar. Miçonun geldiği kültürde yerlilere ve onların yaşamlarına karşı sergilenen kayıtsızlığın ayırdında olması da söz konusu zarafetin önemli bir göstergesi. Üstelik yaşamının son virajında, yani adaya ayak basmasından altmış yıl sonra, anılarını yazmasından evvel Kilise çevresinde de parıltılı sanat ortamında da yaşayan anlatıcı, hatıralarından ve geçmişteki yanlışların, ikiyüzlülüğün ve kibrin eleştirisinden vazgeçmiyor: “Yerliler imha edileli beri, bütün evrenin hiçliğe doğru sürüklendiği söylenebilir. Eğer böylesine güvensiz bir evrenin var olmak için bir dayanağı vardıysa bu dayanak tam anlamıyla yerlilerdi; bunca belirsizliğin arasında, gerçekle en fazla benzeşen onlardı. Onları vahşi diye adlandırmak cehaletin kanıtıdır; onca sorumluluğu taşıyan o insanlara vahşi denilemez. İçlerinde taşıdıkları, yanık kalmasını zar zor sağlayabildikleri küçücük ışık, kırılganlığına rağmen, değişken yansımalarıyla o belirsiz, karanlık daireyi, artık kendi bedenlerine de sirayet etmeye başlayan dış dünyayı aydınlatıyordu. Uçsuz bucaksız gökyüzü onları korumuyor, tam tersine, alımlı gücünü o çıplak topraklara yayabilmek için onlara yaslanıyordu.”

Anlatıcı, birkaç kez ellerinden kaçma fırsatı yakalamasına rağmen arasında kaldığı yerlilerin yaşama bakışını öğrenmeyi tercih ediyor. Senelerdir işgale uğrayan topraklara ve oraların gerçek sahiplerine tepeden değil de tam yerinden bakmayı ve oradaki pratiklere ya da yaşama olanaklarına saygı duymayı öğreniyor. Diğer bir deyişle Saer, kotardığı hikâye ve yarattığı karakter aracılığıyla başka bir zamandan başka bir mekâna gelmenin; öğrenmenin ve ayak basılan yere saygının inceliklerini tarihsel bir perspektiften sunuyor okura. İkiyüzlülüğü ve vahşi-modern ayrımı benzeri cahillikleri kolayca geride bırakan anlatıcı miço ise hem hikâyede hem de Saer’in tarihsel perspektifinde önemli bir karakter olarak ete kemiğe bürünüyor.