‘Sömürgecilik’ dendiğinde öncelikle beyaz Batılı’nın 15. yüzyıldan başlayarak uzak doğu, uzak batı ve güneydeki ülkelerin kaynaklarını sömürmesi akla gelir. Sömürgeciliğin bu türü günümüzde de altın, elmas, petrol gibi doğal kaynaklar üzerinden devam ediyor ama küreselleşmenin kültürel boyutunun yarattığı yeni ve ilginç sömürü alanları var: Yerel anlatılar, halk öyküleri, yöresel mitolojide geçen yaratıklar vd. Bu kaynakların bulunması, işlenmesi ve satılması konusunda en başarılı sömürgecilik örneklerini de başta Hollywood olmak üzere film endüstrisi veriyor. Egzotik diyarlardaki hayalî yaratıkların bile nasıl sömürülebileceğinin en acayip örneklerinden biri bu hafta gösterime giriyor mesela...

Indigenous/Kanlı Tatil, Meksika sınırından itibaren Latin Amerika’nın en bilinen canavarlarından olan ‘chupacabra’yı bir Hollywood teen slasher filminin malzemesine dönüştürüyor. Panama’ya giden bir grup gencin kanlı tatilini anlatan film bununla kalmıyor tabii; deforme canavarların fonunda Latin Amerika’nın ne kadar tehlikeli bir yer olduğunu ve neyse ki hümaniter misyonuyla ABD destekli Panama ordusunun canavar karşısındaki konumunu da gösteriyor.

Mesele gerçekten ‘yerel’liği göstermek olsa, örneğin ‘chupacabra’ ile ilgili yerel korku öykülerini doğrudan yöre insanları üzerinden anlatabilirsiniz. Ama ne yazık ki öyle değil: Panamalı Juan ve Antonia’nın ‘chupacabra’yla karşılaşmasını beğenileri ve estetik algıları yeterince belirlenmiş bir kitleye -Indiana Jones’un kamçıladığı küresel Hollywood seyircisine- ‘satamazsınız’. Böyle bir satış için belli özelliklere sahip özdeşleşme nesneleri -örneğin tatil için Panama’ya gidebilecek kadar maddi durumu iyi, sağlıklı ve yeterince seksi beyaz gençler- yaratmanız gerekir -klasik sömürgeci beyaz tiplemesi: İlkellerin arasına giden müreffeh, gelişmiş beyaz Batılı. Yani film Orta Amerika halk hikâyelerini sömürürken bunu fazladan bir de meta-sömürgecilik mantığıyla yapıyor. Güney Amerika ormanlarında beyaz gençleri avlayan yerel canavarla ilgili filmin isminin (indigenous) ‘yerli’ anlamına gelmesi durumu daha da fenalaştırıyor...

Filmi yazıp yöneten Alastair Orr gencecik bir Güney Afrikalı. Daha önce yaptığı üç film var: Kısa film Forces’da doğaüstü güçleri olan bir seri katili, 2010 tarihli The Unforgiving’de Rashomon’dakine (Kurosawa, 1950) benzer biçimde iç içe geçmiş öykülerle tuhaf bir hayatta kalma mücadelesini, 2011’de yaptığı Expiration’da ise bir ilaç deneyine katılan genç deneklerin yaşadıklarını anlatıyor. Oldukça iyi bir kurgucu olan Orr, hikâye anlatma konusunda hiç de başarılı değil: Kısa filmi Forces çok iyi, ama The Unforgiving ve Expiration’da aslında kısa ya da en fazla orta metraj olabilecek öyküleri çeke-sündüre uzun metraja dönüştürdüğü çok net görülüyor -Kanlı Tatil de öyle. Ama sinematografik uygulamayla ilgili sorunları bir yana bırakıp ideolojik yapıya gelirsek, bu filmlerde küresel-kültürel sömürgecilikle ilgili hiçbir şey yok. Hatta Orr’un SAB Africa (South Africa Brewery/Güney Afrika Biracılık) için yaptığı çok ilginç bir tanıtım filmi var ki, Siyahi Afrikalıları sunuş biçimine bakarak Güney Afrika’nın ırkçı politik mirasından hiçbir iz taşımadığını gönül rahatlığıyla söyleyebilirsiniz.*

Filmografisinde ırkçılık, sömürgecilik, hatta sömürgecilik-sonrası imgeleri bile bulunmayan bu genç yönetmenin nasıl olup da Kanlı Tatil gibi bir filme imza atabildiği sorusunun cevabıysa açık tabii: Filmografisinin Güney Afrika’da oluşturduğu ilk kısmı ‘bağımsız’, ABD’de oluşturduğu ikinci kısmı ise can damarından Hollywood’a bağlı… Üretim biçimi filmin içeriğini belirliyor ve ortaya ‘canavar yerli’ Indigenous çıkıyor.

Sinemada endüstrileşmenin önemi sık sık konuşulur, bazı yönlerden doğrudur da, ama kapitalin doğası gereği böyle filmler üretecek bir sömürgeci endüstri mantığının da savunulacak hiçbir tarafı yok. Görüyorsunuz işte: Ne kadar bağımsız, o kadar insanî ve iyi…

* Bu filmler vimeo.com’da Alastair Orr’un sayfasında izlenebilir.