Türkiye’nin en pervasız sermaye iktidarı 20 yıldır işbaşındadır ve sermayeseverliğini alenen dile getirmekten çekinmemektedir.

Sömürü ilişkileri kader değildir
Fotoğraf: Deri Tekstil ve Kundura İşçileri Derneği

Oğuz Oyan

Otokratın “kader planlaması” dediği şey, kapitalist sistemin ve onun egemen sınıfı olan sermayenin emek rejimine ilişkin planlamasıdır. Ulvî değil, tamamen dünyevî güçlerin eseridir.

Türkiye gibi güç dengelerinin öteden beri keskin bir biçimde sermaye lehine büküldüğü çevre ülkelerinde, sömürü ilişkileri tarihsel olarak yoğun ve acımasızdır. Toplumda bunu frenleyebilecek mekanizmalar (hukuki normlar, sendikal örgütlenmeler) yetersizdir veya hızla aşındırılabilir niteliktedir. 1961 Anayasası'nın ve 1960’larda yenilenen çalışma mevzuatının bölüşüm ilişkilerini görece dengeci bir yapıda düzenlemeye yönelmesinin ömrü çabuk tükenecektir. 1971 darbesi asıl olarak emeğin siyasal ve sendikal özgürlüklerini kısıtlamaya yöneliktir. 15-16 Haziran 1970’deki kitlesel İşçi Hareketi de bu darbenin gerekçeleri arasındadır. Ama solun kitleselleştiği, işçi sınıfının sendikal eylemliliğinin 1970 sonlarında zirve yaptığı koşullarda, bu defa iç ve dış sermaye 24 Ocak ve 12 Eylül 1980 iktisadi ve siyasi darbeleriyle tarihin yönünü zorla değiştirmeye yönelecektir.

Türkiye’deki sınıf savaşımı pratiği, emek aleyhine süreçlerin toplamıdır. Ama üstyapıdaki düzenlemeler meselenin sadece bir veçhesidir. Devletin doğrudan girişimci olduğu kamu ekonomisi alanından çekilmeye zorlanması, emek aleyhine aşındırma sürecini ekonomik alana taşıyacaktır. Bu anlamda özelleştirme, Türkiye’de sendikasızlaştırmanın ve dolayısıyla sermaye sultasının ağırlaşmasının en önemli araçlarından olacaktır.

Burada ilk tarihsel uğrak, Özal döneminde 1986’da başlatılan özelleştirme uygulamalarıdır. İkinci uğrak, 1991-95’deki DYP-SHP koalisyon hükümetlerinin ve özellikle de koalisyonun merkez-sol (ve programında hâlâ devletçilik ilkesini koruyan) kanadının bu günaha ortak edilmesidir. Üçüncü uğrak, tüm düzen partilerinin sermayenin programı doğrultusunda “ehlileştirilmeleri” olacaktır. 1995-2002 döneminde dinci Refah Partisi olsun, Ecevit’in DSP’si olsun, aynı programda birleştirilecektir. Özellikle Ecevit Hükümeti döneminde kabul edilen kapsamlı IMF/DB programı, özelleştirme taahhütlerini adeta fiili bir ekonomik anayasa normuna dönüştürecektir.

Dördüncü uğrak, toplumun IMF programına tepkilerini din istismarı üzerinden hasat eden AKP iktidarı altında doludizgin bir özelleştirme döneminin açılması olacaktır. İşte en çok bu dönemde sendikasızlaştırma süreci çalışacak, devletin mülkiyetinde kalan madenlerde bile bunların işletilmesi özele devredilecek, en çok bu dönemde grev yasakları uygulanacaktır.

Sermayenin dikensiz gül bahçesinde iş cinayetleri

Türkiye’nin en pervasız sermaye iktidarı 20 yıldır işbaşındadır ve sermayeseverliğini alenen dile getirmekten çekinmemektedir. Bu fütursuzluğa, sermayeye karşı konumlanmaktan dehşetli ürken düzen siyasetlerinden tepki gelmediği gibi, istisnalar dışarda tutulursa, sendikal yönetimler de tepkisizdir. İşçiyi sermayenin ve sermaye iktidarının dümen suyunda tutmak dışında misyonları yok gibidir.

Emek-sermaye ilişkilerinin çok sert biçimde sermaye lehine tanımlandığı bu frensiz kapitalist düzende, ortaya çıkan sonuçlar da benzersiz sömürü ilişkilerine denk gelmektedir. Buna dair dolaysız ve dolaylı göstergeler hayli fazladır:

Öncelikle, Türkiye’nin iş kazalarında Avrupa ülkeleri arasında ilk sırayı hiç kaptırmaması, dünyada da hep ilk üç sırada yer alması, sömürü ilişkilerindeki yoğunluğun ve emeğin kayıtdışılığa ve örgütsüzlüğe mahkûm edilmesinin doğrudan uzantısındadır. Madencilikte ölümlü kazaların toplu iş cinayetleri biçimini alması, bu alanda Türkiye’nin adeta yüzyıl öncesinin koşullarına demir atıp hazin rekorları elinde bulundurması, bir teknolojik gerilik üzerinden açıklanamaz. Türkiye'de madenlerde, inşaatlarda, tersanelerde, sanayide, son zamanlarda da motokurye hizmetlerinde yitirilen canların sayısının her yıl 6 Soma maden kazasının toplamını aşan bir cesamette olması elbette kaderle açıklanamaz. Bunu, işçi sağlığı ve iş güvenliği alanını son öncelik sırasına atan sermaye kesimi ve sermaye iktidarları da elbette biliyor. Tam da bu nedenle “kadere”, “fıtrata” sığınmak zorundalar. Yoksa bu ağır sömürü ilişkilerinin ölümcül sonuçları din perdelemesi olmadan nasıl maskelenebilir ve sömürülen sınıf nasıl tevekküle zorlanabilirdi? İşte bu nedenle laikliğin benimsenmesi işçi sınıfı açısından hava-su kadar vazgeçilmezdir.

Bir diğer dolaylı gösterge, Türkiye’de emekçilerin yüzde 55’inin, özel sektörde çalışanların yüzde 70’e yakınının asgari ücrete mahkum edilmeleri ve bunun bir sonucu olarak da uzun çalışma saatlerine razı edilmeleridir. Eylül 2022 itibariyle 5.500 TL’lik asgari ücret, TÜRK-İŞ'e göre aynı ayda 7.245 TL’yi bulan açlık sınırının sadece yüzde76’sını karşılayabilmektedir. Bir aileden dört kişinin asgari ücretle çalışabiliyor olması halinde bile 23.600 TL’lik yoksulluk sınırının altında kalınmaktadır. Sonuçta, Avrupa ülkelerinin çok üzerinde kalan haftalık çalışma süreleri, sadece patronların baskısıyla değil, düşük ücretlerini daha fazla çalışarak telafi etmek isteyen işçilerin talepleriyle de oluşabilmektedir. Elbette bu ikinci durum da dolaylı bir işveren baskısı anlamındadır. Uzun çalışma süreleri daha az dinlenme ve işçi sağlığına daha az dikkat anlamına da geldiği için aynı zamanda iş kazalarının da dolaylı nedenlerinden biridir.

Emeği sermaye karşısında bu denli çaresiz durumda tutmanın bir düzeneği de, atıl işgücü oranını (geniş tanımlı işsizliği) yüzde20 civarında adeta “sabitlemek” olmaktadır. Her beş kişiden birinin işsiz olduğu; genç ve kadın işsizliğinin çok daha yukarılarda belirlendiği; çalışma çağındaki nüfusun yalnızca yüzde48’inin (kadınlarda yüzde30’unun) istihdam edilebildiği yani anayasal çalışma hakkına sahip olabildiği bu tabloda, emekçiyi ağır sömürü koşullarına, düşük ücretlere, yetersiz iş güvenliğine, örgütsüzlüğe ve kayıtdışılığa razı etmek de kolaylaşmaktadır.

Emekçi sınıfların siyasete ağırlık koyamaması

Sömürü ilişkilerinin birincil düzeyi, emek ve sermaye arasındaki üretim ve bölüşüm ilişkileridir. Bu ilişkiler, kapitalist sistemin doğası gereği son derece eşitsizdir. Bu düzey de devletin müdahalelerinden bağımsız değildir. Devletin çalışma ilişkilerine dair oluşturduğu mevzuat ve yargı sistemi devletin düzenleme faaliyetleri çerçevesindedir ve burada devlet -ileri burjuva demokrasileri dâhil- asla tarafsız konumda değildir. Türkiye’de devlet, baskılanmış TÜFE endeksini dahi bir bölüşüm kategorisi olarak kullanabilmektedir.

Kapitalist devletin ikincil bir düzeyde bölüşüm ilişkilerine müdahalesi ise bütçe politikalarıyla olmaktadır. Burada birincil düzeyde oluşmuş bölüşüm ilişkilerine düzeltici veya bozucu yönde müdahale edilebilir. Türkiye pratiğinde bu hep bozucu yönde olmaktadır. Sosyal politika uygulamaları bakımından AKP Türkiye’si OECD’nin diplerindedir; pandemide bile bütçe olanaklarını çalıştırmamıştır. Ücretli kategorilerse sadece dolaylı vergi ağırlığıyla değil, üzerlerindeki Gelir Vergisi baskısıyla da kaybeden taraftadır.

Sosyal-demokrat anlatı, emekçi sınıfların siyasete ağırlık koymasıyla hem birincil hem ikincil bölüşüm ilişkilerinin kapitalist sistem içinde kalınarak düzeltilebileceği yönündedir. Oysa çubuğun sermaye aleyhine devrimci bir radikallikle bükülmediği durumlarda bunun olanaklı olmadığını tarihsel süreç göstermektedir.

Sonuç

Sermayenin hiçbir sınıf uzlaşmasına ihtiyaç duymadan hükmünü sürdürdüğü, üretim ve bölüşüm ilişkilerini çok sert biçimde kendi lehine düzenlediği, mevcut siyasal yapının alternatifini de sağa çeken bir siyasi muhalefetle yedeklediği koşullarda Türkiye bir seçime gitmektedir.
2016 sonrasında emekçi sınıflar aleyhine yaşanan bölüşüm şokunu AKP türü bir dinci siyaset dışında hiçbir sistem partisi iktidarını koruyarak atlatamazdı. Sermaye bunun farkındadır ve üstelik 2023’te daha sert bir bölüşüm şoku ufuktadır. Peki, düzen muhalefetinin dinci sapmaları buna mı karşılık gelmektedir?

Her durumda, sömürü ilişkilerinin kader olmadığını göstermek Sosyalist Güç Birliği›nin önündeki en temel program maddesi olarak durmaktadır.