Türkiye, tarihinin en derin ekonomik ve siyasal krizlerinden birini yaşıyor. Ancak iktidarın tercih ve politikaları geniş kesimler açısından ekonomik bir krize işaret ederken, bu politikalara karşı gelişen tepkiler AKP-MHP blokunun yönetememe krizine dönüşmüş durumda.

Sömürü ve zulüm düzeninden kurtuluşun yolu

Levent HEKİM

AKP-MHP iktidar blokunun tercihi ve yönelimleri

Döviz kurunun önlenemez yükselişiyle enflasyon altında ezilen, alım gücünü her gün kaybeden milyonlar yoksulluğun ve yoksunluğun pençesinde kıvranıyor. Tek adam rejiminin uyguladığı ekonomi politikaları gayet bilinçli bir tercihi ifade ediyor. Bir avuç azınlığın, temsil ettiği sermaye fraksiyonun, bundan beslenen bürokratların ve yandaşların çıkarlarına hizmet ettiğini saklama gereği dahi duymuyor. Türkiye’yi ucuz emek gücünün merkezine dönüştürme ve uluslararası sermayenin hizmetine sunma isteği, Türkiye’yi Çin ile eşleştiren söylemde kendisini açığa vuruyor. Rejimin temsil nosyonu ve kombinasyonu vahşi sömürü mekanizmasını saklanamaz bir şekilde gözler önüne seriyor. Devlet iktidarını kullanan tek adam rejimi, burjuva egemenlik nosyonunun; toplumsal formasyonu bir arada tutmaya yarayan ve sermayenin genel çıkarını toplumun çıkarı gibi yansıtan görece özerk pozisyonundan dahi vazgeçmiş durumda. Okul sahibi Milli Eğitim Bakanı, hastane sahibi sağlık Bakanı, mağaza zincirleri sahibi Hazine ve Maliye Bakanı, iktidarın tercihinin yanı sıra, siyasal ve ekonomik krizin nedenlerini de gözler önüne seriyor.


AKP-MHP iktidar blokunun tercih ve yönelimlerinin muhtevası geçtiğimiz birkaç günde yaşananlardan okunabilir. Yeni Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati’nin geniş kesimleri sefalete mahkûm eden ekonomi politikalarını savunduğu sunumda, bu durumun mevcut kodlarını görmek mümkün. Yanlış anlaşılmaya meyil vermemek için, “serbest piyasa ekonominin prensiplerinden taviz verilmeyecek” söylemi, Türkiye’de geleneksel muktedirlerin emperyalizme bağlılığını sistemden görece özerkleştiği dönemlerde vurgulamak için kullandığı “NATO ve CENTO’ya bağlıyız” ifadesine benzer paralellikte “Merkez Bankasına müdahale ediyoruz ama yanlış anlaşılmasın, küresel sermaye ile olan bağlılığımız devam ediyor”, manasında bir niyet bildirimine bulunuyor. Devamında ise Tayyip Erdoğan’ın aksine ekonomiye “dışarıdan bir müdahale olmadığını, içerideki spekülatörlerin müdahalesi olduğunu” ifade ederek, bir taraftan girişte vurguladığı niyeti pekiştirirken diğer yandan ideolojik olarak seferber edilen dış düşman metaforunu, içeriye taşıyan bir algı inşasına girişiyor. Akabinde “sizin kaybedeceğiniz bir şeyiniz yok, en fazla enflasyon altında ezilirsiniz, patron olarak bizim kaybedeceğimiz çok şey var” alaycılığıyla geniş kesimlere, onları sefalete mahkûm eden politikalara rıza göstermesini vaaz ediyor. Bu bağlamda asgari ücrete yapılan ve her gün enflasyon karşısında eriyen zam oranı övünç kaynağı olarak pazarlanıyor. Bu kodlar iktidar blokunun önümüzdeki dönem tercihinin, sermaye kesimlerini kurtarmak olduğunun açık beyanından başka bir anlam ifade etmiyor.

Kriz ve iki tarz siyaset:

Türkiye, tarihinin en derin ekonomik ve siyasal krizlerinden birini yaşıyor. Ancak iktidarın tercih ve politikaları geniş kesimler açısından ekonomik bir krize işaret ederken, bu politikalara karşı gelişen tepkiler AKP-MHP blokunun yönetememe krizine dönüşmüş durumda. Bu bağlamda vatan millet söyleminin dışında, geniş kesimlere vaat edecek bir şeyi kalmayan blokunun, iktidarını sürdürebilmesi için, elinde baskı aygıtlarından başka bir enstrümanı yok. Geçtiğimiz günlerde geniş kesimlere milli güvenlik sopasını gösteren iktidar, şimdi de OHAL sopasını bir ihtimal olarak ısıtıyor. Peki bu sömürü ve zulüm düzenine karşı direnişin imkanları ve kurtuluş politikası nerede aranmalı?

1- Krize dair öngörüler, genelde egemen kesimlerin yanlış politikalarının bir sonucuymuş gibi algılanıyor. Bu anlayış toplumsal kesimlerin aşağıdan gelişen tepkilerini görmezden gelmekle birlikte, siyasal alanı tek başına kurumsal yapılara havale eden bir yerde konumlanıyor. Bu bağlamda krizin çözüm yeri, parlamento ve sandık denklemine oturtulmuş oluyor. Bugün parlamento muhalefetinin savunduğu bu anlayış ekonomik krizin tek başına iktidarı götüreceğine dair bir yanılsama ve sandığı beklemeye yönelik bir politikayı vaaz ediyor.

2- Ancak krizler tam da aşağıdan gelişen tepkilere egemenlerin verdiği bir yanıt olarak açığa çıkıyor. Tek adam rejiminin siyasal krizinin pandemi süreciyle birlikte görünür olduğuna dair çokça analiz yapıldı. Özellikle geniş kesimlerin eve kapandığı bu süreçte, siyasal alan Meclis kürsüsünden yapılan müzakerelerle sınırlı kaldı. Kamusal alanın açılması ile birlikte siyasallığın sokağa taşınması ve toplumsal muhalefetin aşağıdan gelişen tepkileri; AKP-MHP blokunun yönetememe krizini gözle görünür bir şekilde derinleştirdi. Son birkaç aydır yaşanan siyasal müdahaleler, bu gerçekliğin sağlaması niteliğinde.

SOL Parti’nin Türkiye’nin dört bir yerinde yaptığı buluşmalar ve kitlesel mitingleriyle başlayan süreç; işçi mitingleri, sağlık emekçilerinin grevi ve kamu emekçilerinin mitingleriyle devam ediyor. Gençlerin üniversitelerde zamlara ve yoksulluğa karşı yaptığı forumlara, iktidar ortağı MHP’nin faşist tosuncuklarının polis işbirliği ile yaptığı saldırı, aşağıdan gelişen ve krizi derinleştiren siyasallığa karşı muktedirlerin tedirginliğinin bir yansıması olarak karşımıza çıkıyor. CHP’nin Mersin mitingi parlamento muhalefetinin de dolaylı olarak bu denklemi görmek zorunda kaldığını gösteriyor. Ancak CHP’nin mitingleri yaygınlaştırarak, AKP’yi erken seçime zorlayacak bir hamle yapıp yapmayacağını zaman gösterecek.

Nasıl bir siyasallık

Anlaşılacağı üzere krize dair iki bakış, tek adam rejimine karşı iki farklı siyaset yapış tarzını ifade ediyor. İlk bakış geniş kesimlerin sorunlarını kökten çözecek bir anlayış sunmadığı gibi, geniş kesimleri nesneleştiren bir siyasallığı öneriyor. İkinci bakış tek adam rejimine karşı doğru konumlanışın emarelerini içinde barındırıyor. Bu bakışın bir özetini de ifade eden, ancak uzun zamandır sol, sosyalist kesimlerin unuttuğu; Lenin’in kriz durumunu tahlil etmek için kullandığı bir düsturu yeniden hatırlamakta fayda var. “Yöneticilerin eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin ise eskisi gibi yönetilmek istemediği” durum. Bu düstur aynı zamanda AKP’yi yenmenin, bu sömürü ve baskı düzeninden kurtuluşun, nasıl bir siyaset tarzıyla mümkün olabileceğini bize fısıldıyor. Aşağıdan emekçi halk kesimlerinin içinde, kendi öz gücüne dayanarak güçlenmeyi ve örgütlü bir halk muhalefetini yaratmayı önüne koyan bir siyasal anlayışla.