Google Play Store
App Store

Roger Ballen, fotoğraf çalışmalarında Afrika’da sömürgeciliğin yarattığı yıkıcı etkileri işliyor. Sanatçı, siyah-beyaz renklerle kurduğu eserlerinde doğaya yönelik bir bilinç kazandırmayı hedefliyor.

Sömürüyü teşhir eden deklanşör
Ballen’ın 2000 tarihli Portrait of Sleeping Girl adlı çalışması. (Fotoğraf: BirGün)

Tuğçe ÇELİK

Fotoğraf sanatçısı Roger Ballen’ın hayatı, 1950’lerin New York’unda başladı. Bir yerbilimci olarak gittiği Güney Afrika onu büyüledi ve yaşamının 40 senesini burada geçirdi. Kamerasıyla önce Batılı ülkelerin yüzlerce yıl kölecilik ve sömürgecilik yaptığı Güney Afrika kırsalını keşfe çıktı, sonra kasabaların güneşle kavrulan boş sokaklarına yöneldi. Evlerin kapılarını tıklatıp içeri girdiğinde mekanın ve insanın hikayesinin farklı hallerine şahitlik etti. Bu farklılıkların zihin dünyasında yarattığı metaforları çalışmalarına yansıttı.

Afrika’da yaban hayatının korunmasına yönelik çalışmalar yapan sanatçı, sömürgeciliğin doğa ve insan üzerinde yarattığı tahribatın, adeta parçalanmış bir gerçekliğin sanatını icra ediyor. Kendini ‘zihnin kazıcısı’ olarak tanımlayan sanatçı bu durumu şöyle özetliyor: “Aklımda en canlı kalan anılardan biri Güney Afrika’da bir maden kuyusuna hızla indiğim, milyonlarca yıl boyunca birikmiş kaya katmanlarından geçtiğim an. Nasıl ki dünyanın katmanlarına derinlemesine indiysem aynı şekilde imgelerimi yaratmak için psişemin derinliklerine inmeye çalışıyorum. Her yeni projede beni bir sonraki seviyeye taşıyacak ve bilincin ilk ortaya çıktığı, yaşamın kökenlerini simgeleyen yerlere götürecek bir zihniyet geliştirmem gerekiyor. Asıl zorluk bu derin içsel keşifleri, zamansız sanat eserlerine dönüştürmek ve bu içsel yolculuğun nasıl somut, etkileyici görüntülere çevrilebileceğini sorgulamak.”

Roger Ballen (Fotoğraf: Marguerite Rossouw)

Afrika’daki vahşi yaşamın korunması sizin için ne ifade ediyor?

İnsanlar ile doğa arasındaki ilişki, medeniyet ve doğal dünya arasındaki sürekli çatışma gibi, gerginlik ve yıkımla dolu. Çalışmalarımda merkezi tema insanın içindeki hayvanı ve hayvanın içindeki insanı aramak oldu. Bu doğayla derin bağlantımızı vurgularken aynı zamanda onu yok etme kapasitemizi de ortaya koyuyor. İnsan doğasının gerek birbirimize gerekse gezegene yönelik en kötü vahşetlerin birçoğunun nihai suçlusu olduğuna inanmaya başladım. Bizi dünyaya bağlayan bağlar karmaşık ve kopuk hale geldi; bizi bağlı olduğumuz çevreden uzaklaştırdı. Bu kopukluk, vahşi yaşamın yok olmasının trajik gerçeğinde kendini gösteriyor. 1974’te Afrika’ya yaptığım bir yolculuk sırasında bunu ilk kez yüz yüze yaşadım. Hayvanlarla dolu bir kıta bulmayı bekliyordum ancak bunun yerine çorak araziler ve ölmekte olan hayvanlarla karşılaştım. Kanla kaplı bir mızrağın saplandığı bir gergedanı görmek, insan tehdidinin doğaya yönelik yıkıcılığını gözler önüne seriyordu. Hayvanlar, bir zamanlar her yeri dolduruyordu, şimdi ise neredeyse ait olmadıkları yerlerde görünüyorlar ve kaybettiklerimizin hatırlatıcısı olarak varlıklarını sürdürüyorlar. Ancak kendimizi ne kadar uzaklaştırırsak uzaklaştıralım içimizdeki hayvandan kaçamayız. Bu varlığımıza derinlemesine kök salmıştır.

Sömürgecilik, tüketim kültürü veya neoliberal ideoloji sanatınıza nasıl etki etti?

On yıllardır Güney Afrika’da yaşıyorum ve sömürgeciliğin çevreyi, insanları, doğayı, çevredeki yapıları nasıl şekillendirdiğini bizzat gözlemledim. Bu, farklı gerçekliklerin çarpıştığı bir dünya yarattı. Medeniyet ile doğa, mantık ile mantıksızlık arasındaki zıtlıklar gibi. Bu gerilim, fotoğrafçılığımda sürekli olarak keşfettiğim bir şey. Çektiğim mekanlar, karşıtların çekildiği ve parçalandığı yerler. Birçok yönden sömürgeciliğin geride bıraktığı parçalanmış gerçekliğin bir yansıması. Çalışmalarımda modern dünyanın kaotik hale geldiğine dair bir his var. Her şey, insanlar, hayvanlar hatta deneyimler bile metalaştırılmış durumda. Fotoğraflarımda tuhaf ve doğal olmayan yerlerde görülen hayvanlar, doğadan ne kadar uzaklaştığımızın bir sembolü. Siyah-beyaz fotoğrafçılığım, renk ve parıltıdan arındırılmış durumda. Tüketiciliğin yüzeysel katmanlarını kesip, yüzeyin altında daha ham ve ilkel bir şeyleri ortaya çıkarmayı amaçlıyorum.

Kompozisyon yaratma sürecinizi nasıl tanımlarsınız?

Görüntüler nadiren önceden planlanır ya da senaryolaştırılır. Bunun yerine kendiliğinden ve sezgisel bir süreçte ortaya çıkarlar. Çalıştığım malzemeler çoğu zaman kendi başına bir hayat kazanır ve sonuçlar beni bile şaşırtır. Sanki görüntü kendini bana açıklıyormuş gibi hissediyorum, sanki onu ben yaratmıyormuşum gibi. Bu belirsizlik ve keşif hissi, işimin merkezinde yer alıyor. Bilinçaltının yüzeye çıkmasına izin vermek kompozisyonu ve anlatıyı yönlendiriyor. Bu tamamen tahmin edemeyeceğim ya da kontrol edemeyeceğim şekillerde gerçekleşiyor. Bu yaklaşım malzemeler, çevre ve psişem arasında bir diyalog oluşturur. Bu süreç fiziksel dünyanın ötesinde bir şeyler yakalıyormuş gibi hissettiren, ham ve yankı uyandıran görüntülerle sonuçlanır.

Metaforlar, minimalizm, bilinç dışı… Çalışmalarınıza baktığımda ilk aklıma düşen kavramlar bunlar. Katılır mısınız?

Metaforlar, minimalizm, bilinç öncesi ve bilinç dışından bahsettiğinizde işlerimle derinden rezonansa giren kilit unsurları dile getiriyorsunuz. Bilinç dışını, semboller, metaforlar ve mantıksızlığın alanını bilinçli hale getirmeyi hedefliyorum. ‘Ballenesque’ dediğim bu tarz, izleyicilerin bastırılmış ve çözülmemiş olanla yüzleşmelerini sağlar; gerçek ile gerçek dışı arasındaki sınırları bulanıklaştırır. Bu süreç aracılığıyla içsel düşünmeyi tetiklemeyi ve kendini daha derinlemesine bir keşfe teşvik etmeyi amaçlıyorum. Bir fotoğrafçı ve sanatçı olarak, geleneksel fotoğrafçılığın yüzeyinin ötesinde insan ruhunu keşfetmeye çalışıyorum. Fotoğrafladığım mekanlarda zıt güçler çatışır; irrasyonalite tarafından yönetilen bir alemde iç içe geçer. Bu dünya rüyalar, kâbuslar, seraplar ile ışık ve karanlık arasındaki sınırları bulanıklaştırır.

Siyah-beyaz çalışmalarınız zaman duygusunu belirsizleştiriyor. Bu renk tercihi sizin için neden bu kadar temel bir unsur?

Benim için siyah-beyaz fotoğrafçılık, ‘gerçekliği’ yorumlamanın ve dönüştürmenin temelde soyut bir yolu. Renklerin dikkat dağıtıcı unsurlarını ortadan kaldırır ve dünyayı temel formlarına indirger, bu da psikolojik ve varoluşsal yolculuğuma mükemmel bir şekilde uyum sağlıyor. Bu yolculuk kırk yılı aşkın bir süredir sanatsal pratiğimi yönlendirdi, ta ki renklerle deneyler yapmaya ve çalışmaya başlayana kadar. Uzun süredir siyah-beyazın dünyayı taklit etmediğine aksine sıradan görme biçimimizin ötesine geçen minimalist bir sanat formu olduğuna inanıyorum. Belki de bu dediğiniz gibi zamanın bir tür ‘askıya alınması’ ile ilgilidir. Çünkü renklerin genellikle bizi belirli bir zaman veya yere sabitleyen görsel ipuçlarını ortadan kaldırır. Bu ipuçları ortadan kalktığında görüntü daha soyut ve evrensel hale gelir. Yalnızca ışık ve gölge, form ve doku gibi unsurlar kalır ki bunlar zamanın sınırlarını aşan ögelerdir. Siyah-beyazın fotoğrafçılığı domine ettiği bir dünyada yetiştim ve bu ortamla büyüyen son nesillerden biri olduğuma inanıyorum. Bu yüzden bu kullanımın devam etmesinin sorumluluğunu hissediyorum. Estetik duyarlılığım bu formatla derinden iç içe geçmiş durumda. Siyah-beyazın yarattığı sertlik ve soyutlama, varoluşsal temaları keşfetmeme, rengin içerdiği gerçekçilikle mümkün olmayan bir şekilde olanak tanıyor.