2019’un son yazısı… Zaman ne de hızlı geçiyor. Aslında aynı hızda geçiyor zaman, bu hız yanılsaması, bu çağın meselesi gibi görünüyor. Medyaya ve sosyal medyaya yansıyan gündelik hayat, kısa alıntılarla ve özet bilgilerle hızla akıyor gibi gözüküyor. Sanki hem çok hızlı geçti, hem de o kadar çok şey oldu ki, sanki geçen süre bir yıldan fazla.

Yeni yıl, yeni ümitlerle birlikte anılıyor çoğunlukla. Eskisi gibi düşünmeye devam ettikçe yılların geçmesi bir şeyi değiştirmeyecek. Aslında zamanın geçişinin acı vermesinin en önemli nedeni, sonlu olan hayvani varoluşumuzla, görünüşe göre sonsuz olan simgesel varoluşumuz arasında bölünmüş olmamız. Çocukluğumdan beri ölümü anlamakta zorlandığımı hatırlıyorum. Ruh diye de tanımlanan simgesel varoluşumuz nasıl yok olabilirdi ki? Ruh ve beden ayrımı meselesi, felsefenin en ciddi meselelerinden birisi, Spinoza gibi bazı filozoflar böyle bir ayrıma katılmaz örneğin. Dini inançlar açısından mesele çok net olsa da, felsefe ve psikoloji açısından durum karışık. Örneğin Winnicott’a göre, ölüm olmasa zihin de olmazdı, yani ölümsüz kabul etmeye yatkın olduğumuz simgesel varoluşumuz, ölümle mümkün olur; bedensel canlılığımız anneden ayrışmayla birlikte ölüm tehdidiyle karşılaştığında zihin ortaya çıkar. Bütün ihtiyaçlarımızın karşılandığı bir yerde zihne de ihtiyaç duyulmaz.

İnsan açısından ölüm meselesinin zor ve acı verici olmasının nedeni, ölmeden önce ölecek olduğumuz bilgisine sahip olmak. Zaman geçtikçe ölüme yaklaşıyoruz ve bu gerçekle yaşamak kolay değil, bastırmak, inkâr etmek gibi savunma mekanizmalarına ihtiyaç duyuyoruz. Irvin Yalom, öleceği bilgisinin insanın kendisini hayattaki temelde önemsiz olayların etkisinden kurtarabileceğini iddia etmişti. Bu bilgi, tam tersine insanı hayattan çekilmeye de zorlayabiliyor, yaşamazsam ölmem yanılsamasıyla.

Ian Craib, geçen yüzyılın seks tabusunun yerini, “son büyük tabu” olarak ölümün aldığını yazmıştı. Tıptaki gelişmeler, insan ömrünü uzatsa da, bebek ve çocuk ölümleri azalsa da, ölümün kapalı kapıların ardında gerçekleşmesinin neden olduğu yabancılaşma nedeniyle, yadsınmaya çalışılan ölüm korkusu daha da artmış gibi görünüyor. Belki de bütün bu ölümsüzlük ve sınırsızlık yanılsamalarının kışkırtılması, bu yüzden etkili oluyor.

Yeni yıla girerken ölümden, yani “son büyük tabu”dan bahsetmek, şık durmamış olabilir. Ama bazı yazarların kitaplarında bahsettikleri, ölümü düşünerek güç alma, en fazla ölürüm diyerek teselli arama çabaları, bana anlamlı geliyor. Kendimizi gerçekleştirmek için, öleceğimiz bilgisini, yani gerçekte kaybedeceğimiz bir şeyimizin olmadığı gerçeğini akılda tutmak, cesaret verici olabilir. Belki yeni yıla, kendi gerçek arzularımıza ve ihtiyaçlarımıza kulak vererek girebiliriz, kim bilir…

Psikanalize göre iyi yaşamak, bir şeylerden vazgeçebilmekle ilgiliymiş gibi görünüyor, ikamelerden kurtulmak… Bir şeyin yerine başka bir şeyi koyarak hayata devam etmek, en pragmatik yol. Olumsuz olanı nasıl olumluya çevirebilmekse, yorumlama gücümüzle mümkün… Ian Craib’in “psikoterapi, acı çekmeyi öğrenmektir” sözünü hatırladıkça, ölüm korkusunu yenecek ya da ölüm bilgisinden umut çıkaracak şeyin de, bastırmadan ve inkâr etmeden bize acı veren ve korkutan şeylerle yüzleşebilmek, ama bu yüzleşmenin bir “süreç” olduğunu bilip aceleye getirmemek olduğunu düşünüyor insan. Belki bu son büyük tabu, böyle böyle sona erecek…