Süper güç konumu ve küresel dünyanın tek patronu durumunu kaybetmekte olan ABD, Ukrayna’da yitirilen yaşamlar pahasına NATO’suyla bastırıyor. Son liderler zirvesi, Ukrayna’da olanları totalitarizm ile demokrasinin çatışması şeklinde tanımlayarak, dünyayı “düşman Rusya” karşısında ABD liderliğindeki Batı emperyalizminin yanında saf tutmaya çağırdı. Daha büyük bir tehdit olarak görülen Çin’in Rusya’ya tavır alması istenirken, NATO’nun Doğu’ya doğru genişlemesi Bulgaristan, Macaristan, Romanya ve Slovakya’ya 4 yeni muharebe grubu konuşlandırılarak pekiştirilecek.

Gidişat böyleyken, ABD ve NATO savaşın bitmesini istemez; eğer Rusya’nın ağır bir yenilgisiyle sonuçlanmayacaksa!

Rusya’nın ağır yenilgisinin Ukrayna’da bir dizi zincirleme felakete, etnik temizliğe falan yol açacağını da kestirebiliriz.

Kuşkusuz, bunları söylemek, Rusya’nın işgaline, sorunları zor kullanarak çözme yaklaşımına onay vermek değil. Rusya’nın işgaline karşı çıkarken, ABD ve NATO’nun yayılmacılığını, Ukrayna’da Rusların ve diğer azınlıkların başına gelen ve gelebilecek olanları görmezden gelmemek, yaşananı bir “totatitarizm-demokrasi” çatışması olarak tanımlama budalalığa düşmemek demek!

Kısacası; savaşa karşı çıkmaya, çevremizin (nükleer) silahlardan arındırılması talebini yükseltmeye, Ukrayna’da acil bir ateşkes ve tüm halkların haklarını garanti altına alan bir barış anlaşması istemeye, bunu isteyen tüm kesimlerle uluslararası bir dayanışma çabası içinde olmaya, göçmen durumuna düşenlere uzatılan iyilik ellerinin bir başka dünya talebiyle politik bir nitelik kazanarak örgütlenmesi için çabalamaya devam edeceğiz.

Ukrayna’daki işgal ve savaş küreselleşmeyi de, pandemiyle darbe yemiş neoliberalizmi de gömdü. Her ikisinin de en ufak bir entelektüel çekiciliği, geçerliliği kalmadı.

Kapitalizmin, pandemiyle birlikte hissettirdiği varoluşsal tehdit, Ukrayna’da zaman zaman tetiği okşanan nükleer silahlarla iyice somutlanıyor. Ortaçağ’ın karanlığında gibiyiz; küresel ısınma, kıtlık, açlık, sel, kuraklık, havanın suyun toprağın zehirlenmesi ve üstüne bir de insanların birbirlerini vahşice boğazladığı savaşlar…

Çok yönlü bir kriz içinde debelenen kapitalizm, bütün bu sorunların gerçek nedeni olduğu için, çözümün onun içinden çıkması da olanaksız. Daha önceki krizlerinden büyümeyle çıkmış olsa da, yolun sonu yaklaştı ve mevcut sürekli kriz halinin getireceği tek şey felaket olacak.

7 Mart’ta BirGün’de yayımlanan savaş gazeteciliği röportajımı; “Bunca umutsuzluğun ortasında iyi insan olma hali, insanlık hali her şeye rağmen öne çıkıyor. … Suriyeliler Avrupa’ya gittiğinde de onlara bir tas çorba veren, tren istasyonlarında, sınır kapılarında onları karşılayıp battaniye veren bir damar da gelişiyor. Bu umut var. Bu damarın altı çizilmeli. Yarına dair bir umut besleyeceksek bu damardan olabilir” diye bitirmiştim.

O damarları birbirine bağlamak, politikleştirmek ve bir başka dünya arayışına dönüştürmek zorundayız!

Geçen gün, kendisini devrimci sosyalist olarak tanımlayan ve İngiliz Sosyalist İşçi Partisi’nin uluslararası genel sekreterliğini de yapan Prof. Alex Callinicos’un, Londra King’s College üniversitesinden emekli olduktan bir süre sonra verdiği “son ders”i izledim. Bir Felaket Çağı’nda yaşadığımızı anlatıp, her şeye karşın direnişin ve umudun da varlığını vurguluyor, devrimin kaçınılmaz olmasa da “zorunlu” olduğunu söylüyordu.

Kısacası, 70’lik hoca son dersinde de “Tek yol devrim!” diyordu.

Not: BirGün’ün ilk yıllarında birlikte çalıştığımız Aydın Engin’i de yitirdik. Işıklar içinde yatsın.