Tarih yalnızca muktedirin kendi ihtiraslı politikalarını meşrulaştırmak için eğip büktüğü bir alan değil. İnsanlığın ortak geçmişi, demokrasinin yok edildiği ve insan haklarının askıya alındığı dönemlerin sonunun nereye varacağını da bize gösteriyor. Hem de hazin örneklerle! 20. yüzyılın otoriter ve totaliter sistemleri farklı aktörlerin ellerinde benzer yollardan geçerek kan ve gözyaşına buladı dünyayı. Şimdilerde o korkunç günlerin kapıda olduğunu belirten alametler çoğaldı. Küresel ölçekte dünyanın hızla demokrasiden saptığını ve sürekli bir savaş haline sürüklendiğimizi bir kez daha belirtmekle yetineyim. Ama asıl meselem ‘içeride’ olup bitenlerle…

Çoğulcu demokrasiden faşizan bir yönetime nasıl geçildiği tarihsel olarak bellidir. Önce parlamento işlevinden yoksun hale getirilir sonrasında tasfiye edilir. İktidar partisi liderden özerk davranma kapasitesini kaybeder ve giderek tüm güç bir kişide toplanır. Anayasa fiilen askıya alınır ve temel hakları güvence altına alan mekanizmalar çökertilir. İdareciler birer parti komiseri gibi hareket eder. Devletin güvenlik birimleri ‘derin devlet’ aygıtına dönüşür. Partiye bağlı güçler silahlandırılır ve sokakta egemenliği ele geçirir. Bu kaçınılmaz sonun başlangıcıdır. Nihai aşamada sınır içinde veya dışında savaş gündeme gelir. Çünkü her faşizan yönetim güç sarhoşluğundan maluldür ve varlığı ‘yok etmeye’ endekslidir.

Hatırlarsınız Gezi günlerinde, Erdoğan’ın 7 Haziran’da havaalanında yaptığı konuşma sık sık tüyler ürpertici bir sloganla kesiliyordu: “Yol ver gidelim, Taksim’i ezelim.” “Yüzde ellinin” evinde “zor” tutulduğunu iddia eden muktedir, aslında gerçeğin böyle olmadığını pekâlâ biliyordu. Meşru ve haklı sebebe dayanan bir halk hareketi çığ gibi büyümüştü ve muhafazakâr kitle şaşkındı. Milliyetçilerin ve İslamcıların küçük bir kısmı Gezi’de yaşanan demokratik dalgaya sempati bile duymuştu. Palalıları, eylemci kovalayan birkaç esnafı dışarıda tutarsak AKP kitlesinin sokakta olası bir demokratik dalgaya karşı gelme gücü sınırlıydı.

İktidar, Gezi’den ‘ders’ çıkardı çıkarmasına ama cemaat ile giriştiği mücadele onun tabanını para-militer güçlere dönüştürme projesini bekleme odasına aldı. 15 Temmuz darbe girişimi, bunu bekleme odasından çıkarmış gibi görünüyor. Gezi’nin “ilk darbe girişimi” olarak yaftalanması, İzmir’de eylemlere katılan altı çocuk hakkında üç yıl sonra yeniden dava açılması boşuna değil. 15 Temmuz travması atlatıldıktan sonra sıra sokağı tahakküm altına alma aşamasına geldi.

Darbecilere karşı sokağa çıkan ve sonrasında ‘demokrasi nöbetleri’nde meydanlara akan kitleden sokağı tümden ele geçirecek bir kuvvet çıkarma fikri belli ki pişirilmeye devam ediyor.15 Temmuz sonrası ‘halkı darbecilere karşı silahlandırmak gerekir’ argümanı bugün iktidara yakın ‘sivil toplum dernekleri’ tarafından manipülatif bir biçimde tekrarlanıyor. Her ne kadar iktidar bu gruplarla organik bağı reddetse de silahlanma tartışmalarını durduran bir açıklaması da söz konusu değil. AKP’li isimler 15 Temmuz sonrası fiili bir silahlanma olduğunu açıkça söyledi. Öte yandan PKK bölgede AKP’li siyasetçilere suikast düzenlemek gibi akla zarar bir operasyona imza atınca AKP’nin bölge teşkilatlarını silahlandırmasının yolu açıldı. İçişleri Bakanının “her parti yetkilisine ruhsatlı silah vereceğiz” demesi de bir kenara not edilmeli. 80 öncesi faşist güçlerle işbirliği yapan MTTB gibi anti-komünizmin lokomotifleri CHP ve solcuları hedef almıştı. Şimdilerde ülkücülerle AKP’liler aynı çizgide birleşmek üzere. Saray’a eklemlenen MHP’nin sokak güçlerinin Bahçeli’yi eleştiren CHP’li Eren Erdem’e saldırması bu yeni fazın göstergesi.

Hal böyleyken önümüzde iki büyük tehdidin olduğunu görmeliyiz. Bunlardan biri “Misak-ı Milli” tartışmaları çerçevesinde tanık olduğumuz bölgesel savaşa her geçen gün daha fazla müdahil olmanın yakıcı sonuçları. Erdoğan’ın bu tercihinin başkanlık tutkusuyla yakın bir ilişkisi var. “Misak-ı milli” boşuna seçilmiş bir referans noktası değil. 15 Temmuz sonrasında AKP’ye teveccühü artan kimi ulusalcı kesimleri iktidarın politikalarına katmanın ideolojik payandası… Kemalistler bu zokayı yutmamalı. İkinci tehlike ise ‘dışarıda’ artan çatışmalara denk düşen ‘içerideki’ savaşın ülke sathına yayılması. Türkiye’nin demokratları bir yandan PKK saldırıları diğer yandan yeni milliyetçi cephenin güvenlik stratejileri arasında sıkışmış durumda. Sokakta para-militer gruplarının saldırıları buna eklenirse siyaset tümüyle varlık-yokluk meselesine indirgenecek. Korkarım işte o zaman eksik bulduğumuz anayasal düzeni dahi arayacağız.