Bir adam Esenler Otogarı’nda otobüslerin arasında dolaşarak sığınmacılara sesleniyor: “Nuh’un gemisi kalkıyor. Kurtuluş için son gemi kalkıyor.” O kurtuluş için kalkan son gemide sınırda ateş altında kalmak var. Gaz bombalarının arasından doğrulmaya çalışmak var. Soyup soğana çevrilip don gömlek Meriç Nehri’nin kıyısına bırakılmak var. Şişme botta karaya ulaşmana rağmen zorla denize gönderilip ölümün soğuk nefesine uzanmak var. Var oğlu var. Ford takviminin üç bininci yılından bir söz fırlıyor sanki: “Kurtuluş için son gemi… Nuh’un gemisi…”

Çok uzun zamandır distopya algısının tam da ortasında tükeniyor ömrümüz. İngiliz yazar Edmond Bond’un oyunlarından “Hiçbir Şeyim Yok”ta 2070’lerde devlete kusursuzca hizmet eden bir aile çıkar karşımıza. Bir sanat eserine sahip olmak yasaklanmıştır. (Kitap, resim, plak vs) O gün, Sara yaşlı bir kadın görür, eşya sakladığını anlayınca takip eder, evine kadar gider. Çıkan arbedede masa devrilir, altından güzeller güzeli bir resim çıkar. Sara aklından atamaz o resmi. Akşam hâlâ gün boyu yaşadıklarının etkisi altındadır. Her şeyden önce devlet artık kutsallığını yitirmiş, tersine kutsanacak bir nesneye dönüşmüştür. ‘Otorite’ olarak nitelenen bu yapı, insanları kendine hizmet eden bir makineye çevirmiştir. Her birinin geçmişini elinden almıştır. İnsanların artık kendilerine ait yaşamları yoktur. Nefes alan ‘hiç’lere dönüşmüştür tüm bireyler. Tıpkı daha evvel sağlam kara ütopya romanlarında, Ray Bradbury’nin ‘Fahrenheit 1451’inde yahut Huxley’in ‘Cesur Yeni Dünya’sında olduğu gibi.

Esenler Otogarı’ndan kalkıp insanlığı kurtaracak bir kurtuluş gemisi yok artık. Çünkü ‘ben’ ve ‘öteki’ sarmalından kurtulamamış bir dünyalı bakışının son nesliyiz. Önümüzdeki elli yılda açlık, savaş ve baskıcı rejimler nedeniyle dünyanın üçte birinin yer değiştireceği bilgisi nedeniyle panik havasını derinden yaşayan ‘büyük devlet’ler, ‘sağduyu’yu yakalayamayacak belli ki. Yunanistan sınırından atılan kurşunlar tam da bunun göstergesi. Irkçılık yabancı düşmanlığıyla bütünleşince oluşan ‘öteki’ algısı nefretle harmanlanıyor. Burada da her zaman olduğu gibi kilit bir kelime çıkıyor karşımıza: ‘Güvenlik’

Yıllar önce Amerika’nın Meksika sınırında, kaçak göçmenler için yerleştirilen tabelaları görünce neredeyse küçük dilimi yutacaktım. Sığınmacılar otoyolda ezilmesin diye resimlenmişti hepsi. Burada Amerika’nın “Biz güçlü bir ülkeyiz, insanlığın başına iş getirmeyiz!” algısını kendi vatandaşlarına yayma çabası yetim kalıyordu ne yazık ki. Yakın geçmişte, Trump’ın sınıra duvar inşa etme projesine dönüştü her şey: “Biz bizi korumalıyız!” düşüncesi baskın çıktı!
Fransız şair Nerval kırk yaşındayken bir sokak lambasına asmıştı kendini. Paris dondurucu bir soğuğu yaşıyordu o gün. Ölümüyle yoksulluğa başkaldırıda bulunmak istiyordu. Dahası 18’inci yy’da sokaklarda güvenliği sağlayan bir aydınlatma aracını kullanarak burjuvanın güvenlik algısına isyan ediyordu.

Distopyalar da ‘güvenlik’ algısını kullanarak insanı insan olmaktan çıkarır. Daha iyi bir insan nesli yaratmaya, devletin korunaklı alanını yaşatmaya, bunun için de vicdanı öngören manevi değerleri çöpe atmaya, düşünceyi, sanatı kısırlaştırmaya çabalarlar. Medya mı hak getire! Böylece geriye insan kalmaz.

Yine de Nerval’e kulak verelim biz: “Siyahın gezginiyim / Her gün daha derine / Yanar akşamla vebalı lambalar / Bezgin, sıkıntıyla bakar herkes birbirine.”
Son gemi kalktı çoktan limandan.